*
Kayseri Engelliler Derneği Telefon 0533 392 33 88

Kayseri Engelliler Derneği Telefon 0533 392 33 88

Gönderen Konu: DAVET  (Okunma sayısı 1383 defa)

Çevrimdışı melleseferi

  • öMeR
  • Administrator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 18908
  • SiTe YöNeTiCiSi
    • www.kayseriengellilerdernegi.com
DAVET
« : Ocak 16, 2012, 10:40:06 ÖÖ »
DAVET
 
Ey gönüllerin hayatı Hüsameddin, nice zamandır altıncı cildin yazılmasını meyledip durmaktasın. Husami-name, senin gibi bilgisi çok bir erin çekişiyle dünyayı dönüp dolaşmada. Ey manevi er, Mesnevinin son cildi olan altıncı cildi de sana armağan sunmaktayım.
Bu altı ciltle cihete nur saç da çevresini dolanmayan dolansın. Aşkın beşle altıyla işi yoktur. Onun maksadı, ancak sevgilinin kendisini çekmesidir. Belki bundan sonra bir izin gelir de söylenmesi lazım olan sırlar söylenir.

Bu ince ve gizli kinayelerden daha açık, daha anlayışlı bir tarzda anlatılır. Sır, ancak sırrı bilenle eşittir. Sır, onu inkar eden kişinin kulağına söylenmez. Fakat Tanrıdan davet etme emri gelince artık halkın kabul edip etmemesiyle ne işimiz var?

Nuh, tam dokuz yüz yıl kavmini davet edip durdu. Her an da kavminin inkarı arttı. Fakat söylemeden vazgeçti mi? Hiç sükut mağarasına çekilmeye kalkıştı mı?

Köpeklerin havlaması ile kervan, hiç yolundan kalır mı? Ay ışığı olan gecede dolunay, köpeklerin havlaması ile yürüyüşünü ağırlaştırır mı, dedi. Ay, ışığını saçar, köpek de havlar durur. Herkes, yaradılışına göre bir hizmette bulunur. Takdir herkese bir hizmet vermiş, herkesi bir işe layık görüp iptilaya salmıştır.

Ay der ki: Köpek, o pis sesini bırakmıyorsa ben ayım, gidişimi nasıl bırakırım ki? Sirke, sirkeliğini artırdıkça şekerin artması gerek. Kahır, sirkedir, lütuf da bala benzer. Sirkengübinin temeli bu ikisidir. Bal, sirkeden az oldu mu sirkengübin iyi olmaz.

Nuh’un kavmi de, ona sirke döküp duruyorlardı, fakat Tanrının lütuf ve ihsan denizi ona daha fazla şeker dökmekteydi. Onun şekerine cömertlik denizinden yardım edilmekte idi de o yüzden alem halkının sirkesinden fazlaydı onun şekeri.

Tek bir kişi ama bine bedel... Kimdir o? Tanrı velisi. Hatta o yüce Tanrı kulu, yüzlerce zamanın tek eridir. Denize bir yol bulmuş olan küpün önünde ırmaklar bile diz çöker. Hele şu deniz yok mu? Bütün denizler, bu örmekleri, bu sözleri duyunca ulu bir ad, küçücük, ehemmiyetsiz bir ada eş oldu diye utançlarından ağızları acılaşır.

Bu dünyanın o dünya ile birleşmesinden bu dünya, utanır, ortadan kalkar. Bu söz dardır, derecesi pek aşağıdır. Yoksa bayağı bir şeyin hasın hası ile ne münasebeti var? Kuzgun, bağında kuzgunca bağırır. Fakat bülbül, bunu duyup sesini azaltır mı? Bu “Tanrı dilediğini yapar” pazarında her ikisi için de ayrı alıcı var.

Dikenliğin gıdası ateştir; sarhoş dimağının gıdası da gül kokusu. Bir leş, bizce kötüdür, pistir ama domuzla köpeğe şekerdir helvadır. Pisler, şu pisliklerini yapa dursunlar, sular da pisleri arıtmaya savaşır. Yılanlar zehir saçar, acılar bizi perişan eder ama, bal arıları dağlarda, kovanlarda, ağaçlarda baldan şeker ambarları doldurur. Zehirler tesirlerini yapıp dururlar ama panzehirler de hemen o tesirleri gideriverir.

Şu aleme baksan görürsün ki baştanbaşa savaştan ibarettir. Zerre, zerreyle adeta dinin kafirlerle savaşması gibi savaşır durur. Bir zerre sola doğru uçmaktadır, öbürü sağa doğru gidip arayacağını aramada. Bir zerre yücelere çıkmada, öbürü baş aşağı düşmede. Şöyle durur gibi görünürler ama onların savaşını bu durgunluk aleminde gör. Onların fiili savaşları gizli savaşlarından ileri gelmededir. Bu aykırılığı gör de o aykırılığı anla.

Fakat güneşte mahvolan zerrenin savaşı, vasıftan hesaptan dışarıdır. Zerrenin kendiside, nefesi de mahvoldu mu artık onun savaşı, ancak güneşin savaşıdır. Onun kendiliğinden hareketi de kalmamıştır, duruşu da. Neden? “Biz Tanrıya dönenleriz” sırrından. Biz kendimizden geçip senin denizine döndük. Asıldan süt içtik, geliştik. Ey gulyabaniye aldanıp yolun fer-i lerine dalan, ey usulsüz kişi asıllardan az bahset.

Bizim savaşımızda hakikatte bizden değildir, sulhumuz da. Her halimiz Tanrının iki parmağı arasındadır. Tabiat, iş ve söz bakımından cüzüler arasındaki savaş, pek korkunç bir savaştır. Fakat bu alem, şu savaşla durmadadır. Unsurlara bak da anla.

Dört unsur dört kuvvetli direttir. Dünyanın tavanı onlarla düz durmada. Her direk, öbürünü kırar. Su direği ateş direğini yıkar. Halkın yapısı zıtlar üstüne kurulmuş. Hasılı biz, zarar bakımından da savaştayız, fayda bakımından da. Ahvalin, birbirine aykırı. Tesir dolayısıyla her biri öbürüne zıt. Her an kendi yolumu vurup durmadayım, artık başkasına nasıl bir çare bulabilirim?

Bana gelen hal askerlerinin dalgalarına bak; her biri, öbürüyle savaşmada, her biri, öbürüne kin gütmede. Kendindeki şu müthiş savaşa bak. Başkalarının savaşı ile ne meşgul olup durursun? Meğer ki Tanrı, seni bu savaştan çeke de sulh aleminde bir tek renge boyanasın. O alem, ancak bakidir, mamurdur, başka türlü olmasına imkan yok. Çünkü terkibi, zıt olan şeylerden değil.

Bu yok olma, bitme, zıttın zıddını yok etmesinden ileri gelir. Zıt olmadı mı ebedilikten başka bir şey olamaz. O eşsiz, örneksiz Tanrı, cennetten zıddı giderdi. Orada güneş de yoktur, zıddı olan zemheri de. Renklerin asılları, renksizliktir... Savaşların aslı barışlardır. Bu gamlarla dolu olan bucağın aslı, o alemdir. Her ayrılığın aslı, buluşmadır.

Hocam, neden biz bu ayrılılar içindeyiz? Neden birlik bu sayıları doğuruyor? Çünkü biz fer’iz, bu birbirine zıt olan dört asıl, fer’ide kendi huyunu işliyor. Halbuki can cevheri, ayrılıkların ötesinden. Onun huyu bu değil, onun huyu, ulu Tanrının huyu. Savaşlara bak. O savaşlar, barışların asılları. Tanrı uğrunda savaşan Peygamber gibi hani. O, iki cihanda da üstündür. Bu üstünü dil anlatmaz ki.

Irmak suyunu tamamı ile içmenin imkanı yok. Yok ama susuzluğu giderecek kadar içmenin de imkanı yok. Mana denizine susamışsan Mesnevi adasından o denize bir ark aç. O arkı o derece aç ki her an Mesneviyi, ancak ve ancak mana denizi göresin.

Yel derenin üzerindeki saman çöplerini temizledi mi su, tek renkliliğini meydana çıkarır. Sen Mesnevide ter-ü taze mercan dallarını gör, can suyundan bitmiş meyveleri seyret. Söz, harften, sesten ve soluktan ayrıldı mı hepsini bırakır, deniz kesilir. Harfi söyleyen de, duyan da, hatta harfler de, bu üçü de sonunda can olur.

Ekmek veren, ekmek alan ve pak ekmek suretlerden kurtulur, toprak olur. Fakat manaları, yine birbirinden ayrı olarak ve daimi bir surette üç makamdadır. Suret toprak olur ama mana olmaz. Kim, olur derse de ki: Hayır buna imkan yok.

Ruh aleminde gah suretten kaçarak, gah surete bürünerek üçü de beklerler. Suretlere gidin diye emir gelir, giderler. Yine onun emri ile suretlerden ayrılırlar. Hasılı “Halk da onundur, emir de” sırrını bil. Halk, surettir, emir de o surete binen can. binek de padişahın buyruğundadır, binen de, cisim kapıdadır, can huzurda. Su testiye dolmak istedi mi padişah, can askerine binin diye emreder. Sonra yine canları yücelere çekmek diledi mi padişah nakiplerinden ses gelir: İnin! Bundan öte söz inceldi. Ateşi azalt, odunu çok atma. Atma da küçücük çömlek kaynamasın. Anlayış çömlekleri pek küçük ve pek yufka.

Noksandan münezzeh Tanrı, bir elmalık meydana getirmede, onları ağaçlara, yapraklara benzeyen harfler içinde gizlemede. Bu ses, harf ve dedikodu ağaçlığı arasında elmadan ancak bir koku alınabilir. Bari sen de bu kokuyu sende aklına iyice çek, bu kokuyu iyice al da seni kulağından tutup asla kadar götürsün. Nezle olmamaya, koku almaya bak. Halkın yelinden, nefesinden bedenini ört. Onların havaları, kış rüzgarlarından da soğuktur. Örtün, bürün de burnuna girmesin. Onlar cansız donmuş kişilerdir. Nefesleri, karlı dağlardan gelir. Fakat yeryüzü bu karlı kefene büründü mü durma, hemen Hüsameddin’in güneş kılıcını vur. Derhal doğudan Tanrı kılıcını çek, o doğuyla bu tapıyı ısıt.

Güneş, karı hançerledi mi dağlardan ovalardan seller yürür. Çünkü o, ne doğudadır, ne batıda. Gece gündüz müneccimle savaşır durur. Neden der, benden başka ve yol göstermeyen yıldızları bayağılık ve körlük yüzünden kıble edindin? Kuran’da o emim erin “Ben hataları sevmem” sözü hoşuna gitmedi. Ayın önüne geçtin, beline eleğim sağmadan kulluk kemerini bağladın da o yüzden ayın ikiye bölünüşünden incindin.

“Güneş dürülür” ayetini inkar edersin. Çünkü sence güneş en yüce bir mertebedir. Havanın değişmesini yıldızların tesirinden bilirsin de “And olsun yıldıza, indiği zaman” ayetinden hoşlanmazsın.

Ay, ekmekten de tesirli değil ya. Nice ekmek vardır ki adamın can damarını koparır. Zühre sudan daha tesirli değildir ya. Nice su vardır ki bedeni harap eder. Fakat onun sevgisi senin canındadır da onun için dostun öğüdü bir kulağından girer, bir kulağından çıkar. Fakat bil ki senin öğüdünde bize tesir etmez, bizim öğüdümüz de sana.

Meğer ki göklerin anahtarları elinde olan sevgiliden sana hususi bir anahtar ihsan edile. Bu söz, yıldıza benzer, aya benzer. Fakat Tanrı buyruğu olmaksızın tesir etmez. Bu cihetsiz yıldız, yalnız vahiy arayan kulaklara tesir eder. Cihetten cihetsizlik alemine gelin de sizi kurdu paralamasın der.

Onun yıldızlar saçan pırıltısı karşısında şu dünya güneşi, bir yarasaya benzer. Yedi mavi gök, onun kulluğundadır. Bir çavuşa benzeyen ay, onun derdiyle yanmada erimededir. Zühre bir şey soracak oldu mu el atar, müşteri can nakdini eline alıp huzurunda durur.

Zühal onun elini öpme havasındadır ama kendisini bu devlete layık görmez. Merih onun yüzünden elini ayağını incitmiş, Utarit onun vasfından yüzlerce kalem kırmıştır. Bütün bu yıldızlar, müneccimle, ey canı bırakıp rengi seçen. Can odur,bizse hep rengiz, sayılar ve yazılarız. Onun düşünce yıldızı, bütün yıldızların canıdır diye savaşmaktadır.

Düşünce de nerede? O makam, tamamıyla pak nurdur. Ey düşüncelere kapılan, bu düşünce lafı senin için söylenmiştir. Her yıldızın yücelerde bir evi vardır ama bizim yıldızımız hiçbir eve sığmaz. Yeri, yurdu yakan şey, nasıl olur da mekana sığar? Haddi olmayan nur, nasıl olur da hadde girer? Fakat sevdalı ve bir zayıf kişi anlasın diye bir örnek verir, bir suretle tasvir ederler.

O şey, örnektir, onun misli değil. Bu örneği de donmuş kalmış akıl, bunu anlasın diye getirirler. Akıl keskindir ama ayağı gevşektir. Çünkü gönlü yıkıktır, bedeni sağlam. Bu çeşit aklı olanların akılları, neye takılırsa sımsıkı takılır ama şehveti bırakmayı hiç mi hiç düşünmezler. Dava zamanı göğüsleri doğruya benzer, fakat takva zamanı sabırları, adeta bir şimşektir.

Her biri hünerlerle kendini gösterir, alim geçinir. Fakat vefa vaktinde alem gibi vefasızdır. Kendini görme zamanında cihana sığmaz, fakat ekmek gibi boğazda mide de kaybolur gider. Fakat yine de bütün bu vasıflar iyidir... İyilik aradı mı insanda kötü şey kalmaz ki.

Meni benliğinde kaldıkça kokuşur, pis olur. Fakat cana ulaştı mı aydınlık alemini bulur. Cansız şey nebatata yüz tuttu mu, baht ağacından hayat biter. Canlıya yüz tutan nebat, Hızır gibi abıhayat kaynağından içer. Can da canana yüz tutarsa pılısını pırtısını sonsuz ömür iklimine çeker götürür.

Bir gün bilgisiz bir adam, vaaz eden birine sordu: Mimberde senden daha yüce söz söyleyen, senden daha güzel vaaz eden bir adam bile yok. Sana bir sorum var, ey akıllı er, bu mecliste sualime cevap ver. Bir kale burcunun üstüne bir kuş otursa başı mı daha üstündür, kuyruğu mu?

Vaaz eden dedi ki: Yüzü şehre, kuyruğu köyeyse yüzü, bil ki kuyruğundan üstündür. Yok... Eğer kuyruğu şehre, yüzü köyeyse o kuyruğa toprak ol, yüzünden yüz çevir. Kanadı olan kuş yuvasına kadar uçup gider. İnsanlar, insanların kanadı da himmettir.

Bir aşık, hayra, şerre bulanabilir. Sen onun hayrına şerrine bakma, himmetine bak. Doğan, isterse beyaz ve eşsiz olsun; fare avladıktan sonra bayağıdır. Fakat baykuşun meyli, padişaha olsa doğan sayılır, külahına bakma. İnsan, bir hamur teknesi boyuncadır ama gök yüzünden de üstündür, esirden de. Hiç bu gökyüzü “Biz onu ululadık” sözünü duydu mu? Kim duydu bu sözü? Dertlere düşmüş Ademoğlu.

Hiç kimse, güzelliğini, aklını, sözlerini, isteklerini yeryüzüne gösterdi, bildirdi mi? Hiç yüzünün güzelliğini, reyindeki isabeti gökyüzüne göstermeye, söylemeye kalkıştı mı? Oğlum, hiçbir gümüş bedenli dilber, hamam duvarlarına çizilmiş resimlere kendisini gösterir, onların karşısında cilvelenir mi? O huri gibi güzel resimler şöyle dursun kalkar yarı kör bir kocakarıya karşı cilvelenirsin. O kocakarı da olan ve resimlerde olamayan nedir ki seni o resimlerden tutup çeker? Sen söylemezsin ama ben söyleyeyim: Akıldır, duygudur, anlayıştır, tedbirdir, candır. Kocakarı da insanla kaynaşan can var. Halbuki hamamdaki resimlerde ruh yok. Hamam duvarındaki resim, bir harekete gelseydi derhal seni kocakarıdan çekerdi.

Can nedir? Hayırdan şerden haberdar olan, lütuf ve ihsana sevinen, zarardan yerinip ağlayan şey. Madem ki canın sırrı, mahiyeti, insana hayrı, şerri haber vermede... Şu halde hakikatten kimin daha ziyade haberi varsa o, daha canlıdır.

Ruhun tesiri, bilgi ve anlayıştır. Kimde bu bilgi ve anlayış, daha fazlaysa o, daha ziyade Tanrılıktır. Fakat bu tabiat aleminin ötesinde öyle haberler, öyle bilgiler vardır ki bu canlar, o meydan da cansız bir hale gelirler. Bunlardan haberdar olamayan can, Tanrı tapısına mazhar oldu... Canların canı ise Tanrıya mazhar oldu.

Melekler de tamamı ile akıldan, candan ibarettiler. Fakat yeni bir can geldi. Adem yaratıldı mı onun karşısında beden haline geldiler. Kutluluktan o canı gördüler, ten gibi o ruha hizmetçi kesildiler.

Şeytana gelince canla başla ondan baş çekti, canla birleşmedi, çünkü ölü bir uzuvdu. Canı olmadığı için Adem’e feda olmadı... Kırık bir eldi cana itaat etmedi. Fakat o uzvu kırıldıysa cana bir noksan gelmedi ya. Canın elindedir bu onu yine yaratabilir. Başka bir sır daha var, fakat bunu duyacak kulak nerede? O şekeri yiyecek dudu kuşu hani?

Has dudulara pek bol, pek değerli şeker var ama aşağılık dudular, o taraftan göz yummuşlar. Yalnız sureti derviş olan, o zekatı, o arılığı nereden tadacak. O, manadır, faülün failat değil. İsa’nın eşeğinden şeker esirgenemez ama eşek, yaradılış bakımından otu beğenir. Şeker, eşeği neşelendirseydi önüne kantarla şeker dökülürdü. “Onların ağızlarını mühürledik” ayetinin manasını bil. Yolcuya bu mühim bir şeydir. Bunu bil de belki peygamberlerin sonuncusunun yolu hürmetine ağızdan o kuvvetli mühür kaldırılır.

Peygamberlerden kalan mühürleri, Ahmed’in dini hürmetine kaldırdılar. Açılmamış kilitleri vardı; onlar, “İnna fettehna” eliyle açıldı. O, bu dünyada da şefaatçidir, o dünyada da, bu dünyada insanı dine götürür, o dünyada cennetlere. Bu dünyada “Sen onlara yol göster” der; o dünyada “Sen onlara ay gibi yüzünü göster” der.

Onun gizli aşikar işi, daima “Yarabbi sen kavmime doğru yolu göster, onlar bilmiyorlar” demektir. Onun nefesi ile iki kapı da açıktır. Duası, iki alemde de müstecap olur. Ona benzer ne gelmiştir, ne de gelecek. Bu yüzden son peygamber olmuştur. Sanatında son derece ileri gitmiş bir üstadı görünce bu sanat, sende bitmiştir demez misin?

Ey peygamber, mühürleri kaldırmak, kapalı kapıları açmaktasın, hatemsin, bu iş, seninle ve sende bitmiştir. Can bağışlayanlar aleminde bir hatemsin sen. Hasılı mühürleri kaldırma ve kapıları açmada Muhammed’in işaretleri, tamamı ile açılıktır, açılık içinde açılıktır, açılık içinde açıklık. Onun canına, evladına gelişine ve zamanına yüz binlerce aferin. Onun devlet ve ikbal sahibi halifesinin oğulları, onun can ve gönül unsurundan doğmuşlardır.

İster Bağdat’tan olsunlar, ister Herat’tan, ister Rey’den. Su toprak karışıklığı olmaksızın onun soyudur onlar. Gül dalı nerede biterse bitsin güldür. Şarap, nerede kaynayıp köpürürse köpürsün şaraptır. Güneş isterse batıdan baş göstersin, yine güneştir, başka bir şey değil.

Tanrım sen örtücülüğünle ört, ayıp görenlere bunu gösterme, onları kör et. Tanrı, ben, eşi olmayan güneşle kötü huylu yarasanın gözünü bağlamışım dedi. Bakışı noksan yarasanın gözünden, o güneşin yıldızları da gizlidir.

Ey Tanrı ışığı Hüsameddin, ey ruh cilası, ey doğru yolu gösteren padişah gel! Mesneviyi yayılmış bir mera haline getir, örneklerinin suretlerine can ver! Can ver de bütün harfleri akıl ve can olsun, can cennetine uçup gitsin. Zaten onlar, senin sayende can aleminden gelip harf tuzağına tutuldular, mahpus oldular.

Ömrün alemde Hızır gibi uzasın, canlara can katsın, düşkünlerin ellerini tutsun, daimi olsun. İlyas ve Hızır gibi dünyalar durdukça dur da yeryüzü, lütfunla gökyüzü haline gelsin. Kötü gözlülerin şatafatı, nazarı olmasaydı lütfunun yüzde birini söylerdim. Fakat nefesi zehirli kem gözlerden ben ne can üzen zahımlar yedim. Onun için senin halini, ancak başkalarının hallerini anarak remiz ve kinayeyle söylerim.

Bu bahanede, gönlüne ait bir hiledir ki gönlün ayakları, o yüzden, toprağa kakılmış kalmıştır. Yüzlerce gönül ve can yaratıcı Tanrıya aşık olmuştur da onlara ya kem göz mani olmuştur ya kötü kulak.

Bunların bir tanesi de peygamberin amcası. Arapların kınaması, ona pek korkunç göründü.

Arap kendi çocuğuna uydu da güvenilir dininden döndü derlerse ne derim, dedi. Peygamber amca dedi, bir kere şahadet getir de senin için Tanrıya şefaat edeyim.

Ebutalip, doğru ama duyulur, yayılır, herkes duyar. İki kişiyi aşan her sır yayılır, otuz iki dişten otuz iki orduya duyulur. Bu Arapların diline düşerim. Onların yanında bu yüzden hor hakir olurum dedi.

Fakat Tanrının ezeli lütfu olsaydı Tanrı çekişiyle beraber bu kötü gönüllülük olur muydu hiç?

Ey düşkünlere yardım eden Tanrı, medet! Medet bu iki taraflı dileklerden. Ben, gönlün hilesinden, düzeninden öyle perişan bir hale geldim ki feryada bile kudretim kalmadı.

Ben kim oluyorum? Gökyüzü bile yüzlerce işiyle gücü ile, iktidarı ile, yüzlerce debdebe ve tantanası ile beraber bu pusudan, bu dileğe uyma yüzünden feryada geldi.

Ey kerem sahibi, ey hilim sahibi, bu iki taraflı dilekten sen bana aman ver. Ey kerem sahibi, doğru yolun bir taraflı çekişi, iki yol arasında tereddüde düşmekten hayırlıdır.

Bu iki yoldan da maksat sensin ama bu ikilikten adama adeta can çekişmesi gelir. Bu iki yolla da sana gelmeye azmedilir ama savaş, asla neşe meclisine benzemez dedi.

Bunu, Kuran’daki “Göklerle yeryüzü Tanrı emanetini kabul etmekten korktular, çekindiler” ayetini oku da Tanrıdan duy. Bu ikilikte kalış, caba şu mu iyidir, hayırlıdır, yoksa bu mu diye tereddüde düşüş, gönülde bir savaş gibidir. Tereddütte de bütün kudretleriyle korku ve ümit birbirine saldırır.

Ey yüce Tanrı, önce bendeki bu çekiliş ve yükseliş geliş senden meydana geldi, yoksa bu deniz, sakindi Yarabbi. Bana bu tereddüdü, o makamdan verdin, kereminle yine beni tereddütsüz bir hale getir.

Medet ey feryada yetişen Tanrım, sen beni dertlere müptela etmektesin. Senin verdiğin dertlerle erler bile kadılara döner. Bu derde uğratış niceye dek, yapma Yarabbi. Bana bir yol bağışla, on yol verme bana.

Sırtı yaralı arık bir deveyim; sırtımda bir semere benzeyen ihtiyar yüzünden sırtım yaralandı. Arkamdaki bu mahfe, gah ağır gelip beni bu yana çekmede, gah öbür tarafa yayılıp beni o yana sürüklemede. Bu uygunsuz yükü sırtımdan al da iyi kişilerin bahçelerini göreyim. Uyanık olarak değil de Ashabı Kehf gibi uykuda olarak cömertlik bahçesinde yayılayım.

Sağıma, soluma yatıp uyuyayım, fakat ancak top gibi ihtiyarsız olarak yuvarlanayım. Ey din Tanrısı, sağıma da dönersem senin döndürmenle döneyim, soluma da dönersem senin döndürmenle. Yüz binlerce yıllardır havadaki zerreler gibi ihtiyarsızdım. O zaman ve o hali unuttum ama uykuda bu alemden göçüp gitmem, bana o alemden bir armağan.

Uyku zamanı bu dört unsur çarmıhından kurtulur, şu daracık yurttan can yaylasına sıçrar, çıkarım. Uyku dadısından o geçmiş günlerin sütünü içerim ey bir şeye ihtiyacı olmayan ve herkes kendisine muhtaç olan Tanrı.

Bütün alem, kendi ihtiyarından, kendi varlığından sarhoşluk alemine kaçmaktadır. Bu suretle herkes, şarap, çalgı gibi şeylere düşer de kendi aklından bir an olsun kurtulmaya çalışır.

Herkes bilir ki bu varlık tuzaktır. İnsanın kendi ihtiyarı ile bir şeyi düşünmesi, bir şeyi anması cehennemdir adeta.

Onun için herkes varlığından, kendiliğinden geçme alemine, yahut sarhoşluğa kaçar, yahut da bir işe koyulup kendini unutur. Fakat yine bu alemden kendini çeker, varlık alemine gelirsin. Çünkü o kendini unutma alemine Tanrı fermanı olmadan gitmiştik.

Ne cin, zaman kaydının hapsinden kurtulabilir, ne insan. Yüce göklere çıkmak anacak doğru yolu bulma kudretiyle olabilir.

İnsan doğru yolu ancak Tanrıdan çekinen kulun ruhunu, göklerden şeytanları kovan şahaplardan koruyan kuvvetle bulabilir. Yok olmadıkça hiç kimseye ululuk tapısına varmaya yol yoktur. Göklere yücelme nedir? şu yokluk. Aşıların yolu da yokluktur, dini de. Aşk yolunda yalvarma bakımından pöstekiyle çarık, Eyaz’a mihrap olmuştur. Gerçi onu padişah severdi. İçi de güzeldi, dışı da. Fakat kendisi de kibirsiz riyasız, kinsiz bir hale gelmişti. Yüzü, padişahın güzelliğine bir anda kesilmişti. Varlığından uzaklaştığı için işinin sonu da Mahmut oldu.

Eyaz kibir korkusundan çekinirdi de onun için temkini, pek kuvvetli bir hale gelmişti. O tertemiz bir hale gelmişti. Kibrin nefsin boynunu vurmuştu. Ya o düzenleri halka bir şey öğretmek için yapıyor, yahut korkuda uzak bir hikmet yüzünden böyle bir harekette bulunuyordu. Yahut varlık, yokluk rüzgarları ile esip gelen bir bağ olduğundan bir gün çarığını görmeyi istiyor, bu suretle de yokluk definesinin üstüne kurulan yapının kapısını açmak, o zevk yaşayışının yelini bulmak diliyordu. Bu kaynağın malı, mülkü, atlası, çabuk yürüyüp giden cana bir zincirdir.

Buna kapılan, şu altın zinciri gördü de kapıldı, ruhu bir delik içinde kaldı, ovalara çıkamadı. Görünüşü cennet ama hakikatte bir cehennem. Üstü güllü nakışlarla bezenmiş bir zehirli yılan. İnanan kişiye cehennem zarar vermez ama ortadan geçmek daha iyidir ya. Cehennem ona bir zeval vermez-. Vermez ama herhalde cennet, onun için daha hoştur ya.

Ey noksan kişiler, şu gül yüzlülerden sakının. Onlarla konuşmaya kalktınız, düşüp kalkmaya başladınız mı anlarsınız ki onlar cehennemdir.
 
Mesnevi'den Hikayeler   alıntı