*
Kayseri Engelliler Derneği Telefon 0533 392 33 88

Kayseri Engelliler Derneği Telefon 0533 392 33 88

Gönderen Konu: PEYGAMBER TAKDİRİ  (Okunma sayısı 1676 defa)

Çevrimdışı melleseferi

  • öMeR
  • Administrator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 18908
  • SiTe YöNeTiCiSi
    • www.kayseriengellilerdernegi.com
PEYGAMBER TAKDİRİ
« : Ocak 15, 2012, 08:40:30 ÖÖ »
PEYGAMBER TAKDİRİ

Peygamber, kafirlerle savaşmak, abes şeyleri gidermek için bir ordu gönderiyordu. Huzeyl kabilesinden bir genci seçti, orduya emir etti. Askerin aslı kumandandır... kumandansız kavim, başsız bedene benzer! Şu ölüşün, solup gidişin, hep başbuğu terk etmendendir. Usançtan, nekeslikten, benlikten baş çekmede, kendini başbuğ saymadasın!
Tıpkı yükten kaçan katır gibi... o da başını alır, dağları boylar! Sahibi, a sersem... her tarafta eşek avlamak üzere sinmiş bir kurt var... şimdi gözümden kayboldun mu her yandan kuvvetli bir kurt çıkagelir. Kemiklerini şeker gibi ezer, ufalar... artık bir daha diriliği göremezsin bile!

Hadi kurdu bir tarafa bırak... odsuz kalırsın ya! Ateş, odun olmadı mı söner gider. Kendine gel de sahipliğimden kaçma, yükün ağırlığından çekinme... senin canın benim diye ardına düşer, koşar durur! Sen de bir katırsın... çünkü nefsin üstün. A kendisine tapan, hüküm üstünündür.

Fakat ululuk ıssı Tanrı, sana eşek demedi at dedi... Arap, arap atına “Taal” der. Cefakar nefis katırlarını bakmak, yola getirmek için Mustafa, Hakk’ın imrahorudur. Kerem ve ihsan çekişiyle “Kul tealev” dedi... “Gelin de sizi riyazatla terbiye edeyim dedi, azgın ve serkeş atları alıştırır, yola getiririm ben.

Nefisleri azgınlıktan geçinceye dek bu katırlardan ne tekmeler yedim. Nerede azgınları yumuşatan bir er varsa onların tekmelerinden kurtulmasına bir çare yoktur! Hasılı belaların çoğu peygamberlere gelir. Çünkü ham kişileri yola getirmek, zaten bir beladır. Siz, kaidesiz, nizamsız gitmektesiniz; sözüme uyun da rahvan gidin... bu suretle de uysal bir hale gelin,padişahın bineceği bir at olun!

Tanrı dedi ki: “onlara gelin de, ey terbiyeye alışkın olmayan katırlar, gelin de! Fakat gelmezlerse gamlanma... o iki temkinsiz için kinlenme! Bazılarının kulakları bu, gelin sözüne karşı sağırdır... her hayvanın ayrı ahırı vardır. Bazıları bu sesten ürker, kaçarlar...her atın ahırı ayrıdır.

Bazılarının de bu hikayelerden canı sıkılır...çünkü her kuşun kafesi başkadır. Melekler bile bir cinsten değildirler; bu yüzden göklerde saf saf dururlar. Çocuklar, gerçi bir mektebe giderler, giderler ama ders bakımından her biri, öbüründen üstündür.

Doğuya mensup olanın da duyguları var, batıya mensup olanın da... fakat görmek göze kısmet olmuştur, mesnet ona verilmiştir. Yüz binlerce kulak saf saf düzülse yine de hepsi aydın bir göze muhtaçtır. Sonra kulakların da can sesini, Tanrı haberlerini, Peygamber buyruklarını duymada bir mesnedi var

Yüz binlerce göze ses duyma kabiliyeti verilmemiştir; hiçbir gözün ses duymadan haberi yoktur. Böylece her duyguyu birer birer say... her biri, öbürünün işini göremez! Beş tane dış, beş tane de iç duygusu... hepsi on tane duygu, ayakta saf kurmuştur. Din safından baş çeken giden, gider, en son safa katılır!

Sen, gülün sözünü terk etme... söyleye dur! Bu söz pek büyük bir kimyadır. Bir bakır senin sözünden nefret eder, kaçmaya kalkışırsa yine sen kimyayı ondan esirgeme! Büyücü nefesi şimdi, bu söze uymadıysa sözün, belki sonunda ona tesir eder, bir fayda verir.

Oğul, gelin de gelin... sizi Tanrı esenlik yurduna çağırmada! Hocam, benliği bırak, başbuğ olma sevdasından vazgeç! Bir başbuğ ara, ona uy... başbuğ olmaya pek özenme!

Peygamber, Tanrı yardımına nail olan askerine Huzeyl kabilesinden olan o genci başbuğ yapınca, bir herzevekil, hasedinden dayanamadı... itiraza bunu kabul edemeyiz bayrağını kaldırmaya kalkıştı. Halka bak hele... bunlar karanlık alemindendir...geçici bir matah için nasıl geçici bir hale düşer, nasıl itiraza kalkışırlar! Ululuk yüzünden hepsi dağınıklığa düşmüşler, canlarını vermişler, ölü bir hale gelmişlerdir. Fakat savaşta, diridir onlar!

Şaşılacak şey şu: Zindanın anahtarı, bu çeşit adamın elindedir de yine kendisi zindanda mahpustur! O genç tepeden tırnağa kadar pisliğe batmıştır... fakat akarsu, eteğine dokunup akmaktadır!Dilediği ile daima yan yanadır da yine de bir dayanacak, huzur bulacak kişinin yanına varabilsem diye ne sabrı vardır, ne kararı!

Nur gizlidir... arayıp sormak, gizliliğine şahit. Fakat gönül, saçma sözlerden kurtuluş dilemez ki! Fakat dünya zindanında bir kurtuluş yeri olmasaydı gönül ne sıkılırdı, ne de halas olmayı araştırır, isterdi! Sıkılıp üzülmen, seni bir memur gibi “ Hadi ey sapık, ey yolsuz... bir doğru yol ara” diye çekip çekiştirmededir...

Doğru yol vardır... fakat pusuda gizlidir. Bulmak için durmadan, dinlenmeden delicesine aramak gerek; böyle arayan bulur! Dağınıklık, pusuda topluluğu arar... sen hemen bu isteyende istenenin yüzünü gör! Bağdaki cansız mahsulat, köklerinden sürmüş, yetişmiştir... onlara diriliği vereni anla!

Hiç müjde verecek biri olmasaydı bu zindandakilerin gözleri, hep kapıya dikilir, kalır mıydı?

Irmak olmasaydı yüz binlerce ırmağa batıp ıslanan olur muydu? Yanını yere koyup yatamıyor, rahatsız oluyorsun... bil ki evde bir yatağın, yorganın var! Karar edilecek bir yer olmadıkça karasız kişi olmaz...sersemliği gideren bir şey bulunmasa sersemlik bulunmaz!

O adam dedi ki: “Hayır hayır ey Tanrı elçisi. Askere ihtiyar birisini başbuğ yap!

Ey tanrı elçisi, genç, aslan oğlu aslan bile olsa askere , ihtiyardan başkası kumandan olmasın! Zaten sen söyledin...şahidim senin sözün: Kendisine uyulacak kişi pir olmalıdır, pir! Ey tanrı elçisi, şu askere bak! Ondan daha yaşlı daha ileri bunca kişi var! Bu ağaçtaki şu sarı yaprağa bakma da onun olgun elmalarını devşir!

Onun sarı yaprakları nasıl olur da bomboş olur... zaten yaprağının sararması, olgunluk ve kemal alametidir. Yüzün sararması, saçın sakalın ağarması, olgun aklı müjdeler! Yeni sürmüş, yeni yeşermiş yapraklarsa meyvenin hamlığına delalet eder. Azıksızlık azığı her şeyden vazgeçiş, ariflik nişanesidir.

Altının sarılığı, sarrafın yüzünü kızartır,benzine kan getirir. Gül yüzlü, sakallı, bıyığı yeni terlemiş genç, henüz mektepte okuma, yazma öğrenmededir. Yazısı, yazısının harfleri eğri büğrüdür... gürbüz olsa bile delikanlıdır, aklı azdır onun! İhtiyarın ayağı, hızlı adım atmasa da aklının iki kanadı vardır, yücelerde uçar!

Örnek istiyorsan Cafer’e bak! Tanrı, ona elinin, ayağının yerine iki kanat verdi! Altını bırak... bu söz örtülüdür, gönlüm civa gibi ıstıraplara düştü! İçimizden güzel sözlü, güzel sesli yüzlerce sükut, elini ağzına komada, yeter artık demede!

Sükut denizdir, söylemek ırmağa benzer... deniz seni aramada, sen ırmağı arama! Denizin işaretlerinden baş çevirme... sözü bitir doğrusunu Tanrı daha iyi bilir! O edepsiz, Peygamberin huzurunda o soğuk dudaklarından sözler çıkarmada, böylece söylenip durmadaydı.

O bihaber, söz fırsatını bulmuştu, boyuna söylenip duruyordu...zaten haber de görüşe göre saçma sapan bir şeydir! Bu haberler, hep görüş yerine geçer, görüş olmayınca habere ehemmiyet verilir...göz önünde olandan haber verilmez; göz önünde olmayandan haber verilir!

Birisi görüş makamına vardı mı artık bu haberlerin onca hiçbir değeri yoktur. Sevgiliye ulaştın, onunla düşüp kalkmaya başladın mı kılavuzları affet artık! Çocukluktan geçip adam olan kişiye mektup da soğuk gelir, kılavuzluk eden kadın da! Mektubu okusa bile bilmeyenlere öğretmek için okur...söz söylerse bile anlatmak için söyler!

Gözlüler önünde haberden bahsetmek hatadır...çünkü bu bahis bizim gafil olduğumuza noksanlığımıza delalet eder. Gözlünün önünde susmak, sana fayda verir. “Kuran okunurken susun, dinleyin” emri, bu yüzden gelmiştir. Can gözü açık olan kamil, sana söyle derse güzelce, edeplice söyle, sözü uzatma! Uzat diye emrederse yine emre uy, utanarak söyle!

Nitekim şimdi ben de bu güzelim Mesnevi’yi yazarken öyle yapıyorum ey Hak Ziyası Hüsamettin! Akıllı davranıp kısa kesmeye kalkıştım mı,o, beni yüz çeşit vesileyle söyletmeye kalkışır. A ululuk ıssı Tanrı’nın ışığı Hüsamettin, görüyorsun mademki; sözden ne istersin ki? Bu herhalde fazla iştahtan olacak... hani şair de “Bana hep şarap sun, hem de işte bu, şaraptır”da demiştir ya!

Şu anda onun kadehi, senin ağzında... fakat kulak da kulağın nasibini ver, diyor! Ey kulak, senin nasibin hararetlenip kızarmaktır... işte hararet, işte sarhoşluk! Fakat kulak, ben bundan daha fazlasını istiyorum, harisim ben demekte!

Şeker huylu Mustafa’nın huzurunda o Arap, sözü haddinden aşırınca, O “Vecnecmi” padişahı, “Abese” sultanı, o soğuk nefesiyle “ Sözün kafi artık” diye dudağını ısırdı. Söylemesin diye elini ağzına koydu... gizlileri bilen kişinin yanında nice bir söyleyip duracaksın?

Kuru fışkıyı gözü açık erin önüne götürmüş, bunu misk yerine satın al diyorsun! Deve pisliğini burnunun altına koyuyor, bir de oh oh diyorsun a beyni kokmuş kişi! A akılsız şaşı! Kötü kumaşın revaç bulsun diye bir de oh ohtur tutturmuşsun!Bu suretle bu tertemiz burnu aldatmak, o göklerin gül bahçelerinde yayılan eri kandırmak istiyorsun!

Onun yumuşaklığı, kendisini ahmak göstermede ama senin de kendini bir parçacık bilmen lazım! Bu gece de tencerenin ağzı açık kaldıysa kedinin de utanması icap eder! O ışığı güzel arif kendisini uyuyor göstermede ama adamakıllı uyanıktır... sakın sarığını aşırmaya kalkışma!

A pis inatçı, bu Şeytan masalını Mustafa’nın huzurunda nice bir söyleyeceksin? Bunların yüz binlerce hilmi vardır...bir tek hilmleri bile yüzlerce dağa bedeldir! Hilmleri, uyanık adamı bile aptal eder... yüz binlerce gözü olan zeka sahibini şaşırtır, yolunu kaybettirir, sapığa döndürür! Hilmleri, güzel ve latif bir şarap gibi tatlı ta beynin üst yanına gider, bütün bedene yayılır!

O sert şaraptan sarhoş olana bak! Sarhoş Ferzin gibi eğri büğrü gitmeye başladı!o adamın çabuk alan şarabın tesiriyle genç, bir ihtiyar gibi yol üstünde düşüp kalmada!

Hele şu “Bela” küpünün şarabı yok mu... öyle sarhoşluğu bir gecelik şarap değil bu! Ashabı kehf, o şarabı içtiler de tam üç yüz dokuz yıl akıllarını kaybettiler, ne mezeye el sundular, ne bir yere kıpırdadılar! Mısır kadınları bu şaraptan bir kadehçik içtiler de ellerini şahrem kesip doğradılar! Büyücüler de Musa’nın sarhoşluğuna düştüler...darağacını sevgili sandılar! Cafer-i Tayyar, o şaraptan sarhoş oldu da elini, ayağını feda etti!

Peygamber hadsiz sarhoşluğundan o aptala bir ışık vurmuş, onu neşelendirmiş, sarhoş etmişti. Neşesinden çok konuşmaya başladı. Sarhoş, ebedi bırakır, baş aşağı düşer! Fakat her yerde kendinden geçen, kötülük etmez... şarap zaten edepsiz olanı edepsiz eder. Şarap içen akıllıysa daha ziyade akıllı olur... kötü huylu ise büsbütün berbat bir hale gelir. Fakat insanların çoğu kötü ve ahlaksız olduğundan şarabı herkese haram ettiler.

Hüküm üstündür halkın çoğu da kötüdür; bu yüzden kılıcı yol kesicilerin elinden aldılar. Peygamber dedi ki: Ey işin dış yüzünü gören, sen onu genç ve hünersiz görme. Nice kara sakallı ihtiyarlar vardır... nice de gönülleri, zift gibi kapkara ak sakallılar. Onun aklını defalarca denedim... o genç işlerde ihtiyarlık etti.

İhtiyar, akıl ihtiyarıdır oğlum... saçın, sakalın ağarmasıyla adam, adam olmaz. İblis’ten daha ihtiyar kim var? Fakat değil mi ki aklı yok, hiçbir şeye yaramaz. Birisi çocuktur ama İsa nefesli, gururdan, nefesten arınmış olursa ona nasıl çocuk diyebilirsin?

Saç ağarması, ancak gözü bağlı ne kısa görüşlü kişiye göre pişkinlik alametidir. O mukallit, alamet olarak delilden başka bir şey bilmediği için daima buna yol arar. Onun için bir işe girişeceksen o pire danış dedi. Çünkü o, taklit perdesinden çıkmış kurtulmuştur da ne varsa her şeyi Tanrı nuru ile görür. Onun pak nuru delilsiz, beyansız deriyi yırtar, içi meydana çıkarır.

Yalnız dışı görene göre kalp nedir, geçer altın ne? Hurma sepetinde ne var? O bilir. Nice altınları, hasetçi hırsızların elinden kurtulsun diye dumanla karartmışlardır. Nice bakırlar vardır ki aklı kıt olanlara satsınlar diye onları altın suyuna batırmışlar, altın yaldızla yaldızlamışlardır.

Biz bütün ülkelerin iç yüzünü görenleriz... gönlü görürüz, dış yüzüne bakmayız biz! Zahirin etrafında dönüp dolaşan kadılar, zahiri görünüşe göre hükmederler.

Birisi şahadet getirdi, imanını gösteren bir şey yaptı mı bunlar, derhal o adamın mümin olduğuna hükmederler. Bu suretle de nice münafıklar, zahire sığınmışlar... böylece de yüzlerce iman sahibinin kanını gizlice dökmüşlerdir.

Çalış çabala da akıl ve din piri ol... bu suretle aklı kül gibi iç alemini gör. O güzelim akıl, yokluktan yüz gösterince Tanrı ona bir elbisedir giydirdi, binlerce de ad taktı. Bu güzel adların en aşağısı işte şu: O, hiç kimseye muhtaç değildir. Akıl bir kere yüz gösterse, suretini şu aleme izhar etse gündüz bile, onun nuruna karşı kapkaranlık kalırdı. Ahmaklık da mesela, meydana çıkıverse gecenin karanlığı, onun yanında apaydın kalır. Çünkü o, geceden daha karanlıktır, daha karadır. Fakat ne fayda? Kötü yarasa karanlıların satın alır.

Yavaş, yavaş gündüzün ışığına alış... yoksa yarasa gibi nura kavuşmaz, kalakalırsın! Yarasa nerede bir güçlük, bir müşkül varsa orasını sever... nerede bir devletlinin ışığı yanıyorsa oraya düşman kesilir. Bilgisi görgüsü daha fazla görünsün diye gönlü daima müşküller arar. O her müşkülle seni oyalar... kendi kötü tabiatına karşı gaflete daldırır.

Akıllı ona derler ki elinde meşalesi vardır... kafilenin önünde gider, onlara kılavuzluk eder. o önde giden kendi nuruna uymuş, onun ardına düşmüştür... o kendinden geçmiş bir halde yola düşüp giden, kendisine tabidir.

O kendisine inanmıştır... sizde onun canının yayıldığı nura. O nur alemince inanın. Yarım akıllıda kendisine bir akıllıyı göz etmiş, göz diye bu akıllıyı bilmiş tanımıştır.

Körün kendisini yedene sarılması gibi ona el atmıştır... bu suretle onunla göz sahibi olmuş,çevikleşmiş ululaşmıştır.

Bir arpa ağırlığınca bile aklı olmayan eşeğe gelince: Hem aklı yoktur, hem akıllıyı terk etmiştir. Az,çok... bir yol da bilmez. Fakat yine de bir kılavuzun ardına düşmekten sıkılır, arlanıp utanır. Upuzun, uçsuz bucaksız çöllerde gah topallayıp meyus olarak, gah koşup yortarak gider durur.

Bir kandil yoktur ki önünde tutsun, önünü görsün... hatta yarım bir ışık bile bulamaz ki ondan bir nur dilensin. Aklı yoktur ki dirilikten dem vursun, yarım aklı bile yoktur ki ölsün, kendisini ölü bilsin. O akıllıya karşı tam bir ölü hale gelsin de kendisini aşağılık yerden dama yüceltsin!

Tam aklın yoksa kendini ölü hale getir... sözü diri bir akıllıya sığın. Böyle olmayan adam diri değildir ki İsa’ya hemdem olsun... ölü değildir ki İsa’nın ölüleri dirilten nefesine mazhar olsun. Kör canı her yana adım atar, sıçrar durur ama bir türlü kurtulamaz.

A inatçı, bu, içinde üç büyük balık bulunan gölcüğün hikayesine benzer. “Kelile” de okumuşsundur ama o kabuktan ibarettir, bu anlatışımızsa canın ta içidir.

Birkaç balıkçı, o gölcüğün yanından geçtiler, o balıkları gördüler. Derhal koşup ağ getirmeye gittiler. Balılar bunu anladılar... içlerinden akıllı olan yola düştü; hiç de gidilmesi istenmeyen o güç yola yürüdü. Bunlarla danışmayayım dedi türlü, türlü fikirlerde bulunur, azmimi gevşetirler. Yurtlarının sevgisine kapılırlar; tembellikleri, bilgisizlikleri bana da sirayet eder.

Danışmak için bir iyi ve diri kişi lazım ki seni de diriltsin, fakat nerede öyle bir diri?

Ey yolcu yolcuyla danış, kadınla değil... çünkü kadının reyi seni topal eder. Vatan sevgisinden dem vurma; durma,yürü... vatan oradadır, burada değil canım efendim! Vatan istiyorsan ırmağın o tarafına geç... bu doğru hadisi eğri ve yanlış okuma!

Hadiste aptes alınırken yıkanan her uzuv için ayrı dua rivayet edilmiştir. Burnunu yıkar, burnuna su çekerken gani Tanrıdan cennet kokusu iste. İste de bu koku, seni cennete çeksin götürsün... gül kokusu gül bahçesinin delilidir.

Aptes bozduktan sonra yıkanırken de okunacak virt edilecek dua şudur: Yarabbi sen beni bu pislikten arıt. Benim elin buraya yetişti, burasını yıkadı... elim canımı yıkamada gevşek.

Adam olmayanların canları, ihsanınla adam olmuştur... canlara erişen, senin lütuf ve kerem elindir. Ben aşağılık bir kişiyim... buna kudretim yetişti. Ey kerem sahibi Tanrı, arıtmaya kudretim olmayan iç pisliğimi de sen temizle! Rabbim ben pislikten derimi yıkadım, arıttım... içimi de hadiselerden sen yıka, arıt!

Birisi aptes bozduktan sonra temizlerken “Yarabbi, beni cennet kokusu ile eş et” diye dua etti. Birisi duyup dedi ki: “Güzel dua ettin ama deliği kaybetmişsin! Bu dua, apteste burna su verilirken okunacak dua... sen burun duasını oturak yerini yıkarken okuyordun!”

Hür kişi cennet kokusunu burnundan duyar... hiç oturak yerinden cennet kokusu gelir mi?

Ey aptal kişilere karşı alçaklık gösterip de padişahlara karşı ululanan, o ululuk, aşağılık adamlara karşı olursa güzeldir, iyidir... fakat kendine gel, tersine hareket etme; bu, senin yolunu bağlar!

Gül, burun için bitti,yetişti... a hoyrat adam koku almak burnun işidir. Ey yiğit, gül kokusu burun içindir... bu aşağıdaki delik, o kokunun yeri değildir. hiç buradan sana cennet kokusu gelir mi? Sana koku lazımsa yerinden ara!

Bunun gibi “Vatanı sevmek imandandır” hadisi de doğru ama hocam, önce iyice vatanı tanı!

O akıllı balık dedi ki: Bir yol bulayım da gönlümü şunlarla danışmadan, şunların reyine uymadan çekip çevireyim. kendine gel şimdi danışma zamanı değil; yola düş... Ali gibi kuyuya ah et. O ahın mahremi pek azdır... geceleri git, hem de bekçi gibi gizlice yürü. Bu gölcükten denize doğru git... denizi ara, şu girdabı bırak.

Göğsünü ayak yaptı da yola düştü... çekingen balık, o tehlikeli yerden ta nur denizini kadar yürüdü, denize ulaştı. Ardına köpek düşen ceylan, hayatından bir damar bile kalsa koşar ya... işte o da onun gibi koşmaktaydı. Artık köpek varken tavşan uykusuna dalmak hatadır... zaten korkan adamın gözüne uyku girer mi?

O balık gitti deniz yolunu tuttu... pek uzun olan o yola düştü. Bir hayli zahmetler çekti, fakat sonun da emniyet ve afiyet makamına yetişti. Kendisini uçsuz bucaksız, hiçbir yandan kıyısı görünmez denize attı.

Derken balıkçılar ağ getirdiler... yarı akıllının neşesi bozuldu, ağzının tadı kaçtı. Dedi ki: Fırsatı teptim, nasıl oldu da o yol gösterene arkadaş olmadım? O ansızın gitti... gitti ama benim de hararetle ardına düşmem gerekti. Fakat geçene acınmak hatadır... gitti mi gitti gider! Gayrı onu anmanın hiçbir faydası yoktur.

Birisi hileyle tuzağına bir kuş düşürdü. Kuş, ona dedi ki: Ey ulu hoca. Sen birçok öküzler, koyunlar yedin... birçok develer kurban ettin. Dünyada onlarla bile doymadın... benimle de doymazsın sen! Beni bırak da sana üç öğüt vereyim... bak bakalım aptal mıyım, akıllı mıyım? Birinci öğüdü elimdeyken vereyim, ikincisini samanla karışık balçıktan yapılma damının üstünde. Üçüncüsünü de ağacın üstünde veririm... bu üç öğütle bahtın iyileşir.

Elindeyken vereceğim öğüt şu: Olmayacak söze kim söylerse söylesin inanma. Bu ulu öğüdü elindeyken verip azat oldu, duvarın üstüne konup, dedi ki: Geçmiş gitmiş şeye gam yeme... fırsatını kaybettin mi üzülme artık! Sonra “Şu küçücük bedenimde on dirhem ağırlığında paha biçilmez bir inci var. Seni de oğullarını da devlete eriştirdi... o inci senin hakkındı... fakat kısmetin değilmiş, kaçırdın... öyle bir inci dünyada bulunmaz” dedi.

Adam gebe kadın doğururken nasıl feryat ederse öyle bağırmaya başladı. Kuş dedi ki: Sana geçmiş şeye gam etme diye nasihat etmedim mi, mademki geçip gitti, neden gam yersin? Ya öğüdümü anlamadın, yahut da sağırsın sen. Sonra bir de sana sapıklığa düşme olmayacak söze sakın inanma demedim mi? Bu ikinci öğüdüm değil miydi? Ben, kendim üç dirhem gelmem aslanım... içinde on dirhemlik inci nasıl bulunur?

Adam, bu söz üzerine kendine geldi, hadi dedi... o üçüncü güzel öğüdü de ver bakalım.

Kuş dedi ki: Evet. Allah için o ikisini iyi tuttun da üçüncüsünü sana bedava söyleyeceğim ha! Uykuya dalmış bilgisiz kişiye öğüt vermek, çorak yere tohum saçmaktır. Aptallık ve bilgisizlik yırtığı yama kabul etmez... ey öğütçü, ona hikmet tohumunu pek saçma.

Öbür balık, o bela çağında aklının gölgesinden ayrı düştü de dedi ki: O, denize vardı, gamdan azat oldu... ben öyle bir iyi arkadaştan ayrıldım.

Fakat artık onu düşünmeyeyim de kendi kendime bir çare bulayım... şimdi kendimi ölü göstereyim ben... suyun üstüne çıkıp karnımı yukarıya, sırtı mı aşağıya verip kendimi Salı vereyim... su, nereye götürürse gideyim. Yüzen kişi gibi değil de adeta bir saman çöpü gibi su üstünde sürükleneyim. Kendimi ölüye benzetip suya bırakayım... ölümden önce ölmek, azaptan kurtuluştur.

Ey yiğit ölümden önce ölmek emniyettir... bize Mustafa böyle buyurdu. Dedi ki: Size ölüm, sınamalarla gelmeden hepiniz ölün. Balık, güya öldü, karnını yukarıya çevirdi... su, onu gah yukarıya çıkarıyor, gah aşağıya alıyordu.

Balıkçıların her biri eyvah dediler... en iyi balık öldü... hepsi de pek kederlendi. Balık onların eyvah demelerinden sevindi... bu oyunla kılıçtan kurtuldum galibi dedi. Balıkçının biri onu yakaladı... tuh yazıklar olsun deyip fırlattı, torağa attı. Balık çırpına çırpına gizlice suya fırladı gitti. Öbür ahmak, ıstıraplar içinde kalakaldı. O ahmak sıçrayıp kilimini kurtarmak için sağa sola çırpındı durdu.

Fakat avcılar ağı attılar... ağın içinde kaldı; ahmaklık onu ateşe attı. Ateş üstünde tava içinde ahmaklıkla eş oldu. Ateşin hararetiyle kızıp kaynadıkça akıl ona “sana hiç korkutucu bir zat gelmedi mi?” diyordu.

O da, o işkencenin, o belanın içinde kafirlerin canları gibi “Evet, geldi” demekteydi. Sonra da eğer bu sefer, şu boynumu kıran mihnetten kurtulursam, denizden başka yerde yurt tutmam... bir gölcükte oturmam artık.

Uçsuz bucaksız bir su ararım da emin olayım... ebediyen emniyet ve sıhhat içinde ömür süreyim diyordu.

Akıl, ona diyordu k: Ahmaklık, seninle değil mi? Ahmaklıkla ahde vefa edilmez. Ahitlerde vefa etmek, akılla olur... sense aklın yok a eşek değerli. Akıl, ahdini hatırlar... akıl, unutkanlık perdesini yırtar. Aklın olmadı mı unutkanlık, sana hakim olur... sana düşmanlık eder, tedbirini bozar.

Aşağılık pervane, aklının azlığından kendini ateşe vurur... ateş, ateşin yakıcılığı, ateşin sesi, aklına bile gelmez. Fakat kanadı yandı mı tövbe eder ama hırsı ve unutkanlığı yine onu ateşe atar. Bir şeyi kavramak, anlamak, hıfzetmek ve hatırlamak, aklın işidir... akıl bunların derecesini yüceltir.

İnci olmayınca parlaklığı nasıl olur da bulunur? Hatırlatan olmayınca adam, o işten nasıl kaçınır? Bu vakitsiz istek de sahibinin akılsızlığındandır. Çünkü ahmaklığın nasıl bir huyu vardır? Göremez ki!

O, nedamet zahmetinin sonucudur... define gibi aydın olan aklıdan gelmez. Zahmet geçti mi o nedamet de yok olur gider... o tövbe ve nedamet, toprak değerinde bile değildir. o nedamet, gam ve elem karanlığı yüzünden yükünü bağladı... fakat gündüz geldi mi gecenin sözünü mahveder.

O gam karanlığı gitti de hoşluk vakti geldi mi gönülden de onun neticesi, o derdin doğurduğu nedamet geçip gider.

O adam, tövbe eder ama akıl piri ona “Tekrar dünyaya döndürülseler yine yapma denen şeylere bulaşırlar. Onları yaparlar” diye bağırıp durur.

Ey yiğit, akıl, şehvetin zıddıdır... şehveti dokuyan akla akıl deme. Şehvete mağlup olana vehim de... vehim, halis akıllar altınının kalpıdır. Vehimle akıl, mihenk olmadıkça meydana çıkmaz. Her ikisini de hemen mihenge vur. Bu mihenk de KURANDIR. Peygamberlerin halidir... mihenk kalpa gel der. Gel de benim yüzümden ne hale girdiğini gör... çünkü sen benim ne inişimin ehlisin ne çıkışımın.

Aklı bir testere ikiye biçse o ateşteki altın gibi yine gülümser. Vehim, alemleri yakan Firavundur; akıl, canları parlatan aydınlatan Musa’nındır. Musa, yokluk yoluna gitti... Firavun, ona dedi ki: Sen kimsin? Musa, ben akılım... ululuk ıssı Tanrının elçisiyim... Tanrının ulu burhanıyım, azgınlıktan insana emniyet veren kişiyim ben.

Firavun dedi ki: Sus, huyluyu bırak da sen bana eski adını söyle. Musa dedi ki: Benim nispetim, Tanrının şu toprak yurdunadır... asıl adım da onun kullarının en aşağısı. Ben o Tanrının kulunun oğluyum... onun cariyesiyle kulundan doğmuşum. Asıl mensup olduğum topraktır; su ve balçıktır... Tanrı suya toprağa canla gönül vermiştir.

Bu toprak bedeninim dönüp gideceği yer de yine toraktır... senin gideceğin yer de topraktır a mağrur. Bizim de bütün serkeşlerin de aslı topraktır. Hepimiz topraktanız... buna da yüz türlü nişane var. Bedenine toraktan yardım gelmededir... boynun toraktan biten gıdalarla düzelip kalınlaşmadadır.

Can gitti mi beden o korkunç, mezar da toprak olur gider. Sen de, biz de, sana benzeyenlerde hep toprak olurlar... senin mevkiin rütben de kalmaz.

Firavun dedi ki: Bundan, bu soydan başka bir adın daha var senin... sana ne ad daha ala yaraşır. Firavunun kulu kullarının kulu... bedeni, canı, önce onun nimetleriyle beslenip yetişen kul. Asi, azgın ve pek zalim kul... kötü işi yüzünden yurttan kaçan kul. Kanlı katil, gaddar,hak bilmez kul... artık sen bu sıfatlara bak da var kıyas et nesin?

Gariplikte hor, yoksul, çıplak bir kul, öyle bir kul ki ne bizim hakkımızı tanır,ne bize şükreder.

Musa şöyle cevap verdi: Haşa... o padişaha, padişahlıkta kimse şerik olamaz. Mülk ve devlette tektir, eşi yok. Kullarına ondan başka başbuğ yoktur.

Halkına ondan başka kimse sahip değildir. helake düşmüş kişiden başka kimse ona şeriklik davasına kalkışamaz. Beni nakşeden, bana bu sureti veren odur; nakkaşım odur benim... başkası bu davaya kalkışırsa zalimdir. Sen benim kaşımı bile yaratmaya kadir değilsin... böyleyken Nasıl olur da beni yarattığını söyleyebilirsin?

Asıl o gaddar, o azgın sensin ki Tanrıya şerik olmak davasına düşmüşsün. Ben bir kötü kişiyi öldürdüysem ne nefsime uyduğumdan öldürdüm, ne de eğlence için. Ben bir yumruk indirdim o da derhal ölüverdi... zaten canı yoktu can verdi geberdi gitti.

Ben bir köpek öldürdüm... fakat sen peygamber oğullarını, yüz binlerce suçsuz, ziyansız çocukları öldürdün ya! Onları öldürdün; hepsinin kanı senin boynundadır... bakalım hele, bu kan içmeden başına neler gelecek?

Yakup soyunu öldürdün... maksadın da hep beni öldürmekti, bunu umuyor, bunu istiyordun sen! Tanrı, seni kör etti de beni seçti... nefsinin pişirip kotardığı hile, baş aşağı geldi.

Firavun dedi ki: Bunları bırak hele... şüphesiz benim hakkım, tuz ekmek hakkı buydu ha. Beni halkın önünde rezil rüsvay edesin... aydın günü gönlüme karartasın... sen de olan hakkıma karşılık yapacağın bumu senin?

Musa, kıyamet gününün horluğu daha güçtür... hayırda, şerde bana riayet etmezsen kıyamette halin bundan beter olur. Bir pirenin acısına tahammülün yok; yılanın acısına nasıl tahammül edeceksin? Görünüşte senin işini yıkıyorum ama bir dikeni gül bahçesi haline getiriyorum dedi.

Birisi geldi yeri bellemeye, sürmeye başladı. Aptalın biri dayanamayıp feryat etti. Dedi ki: Bu yeri neden yıkıyorsun... neden yarıyor dağıtıyorsun?

Adam dedi ki: A ahmak, yürü git... benimle uğraşma! Sen, yapılmayı yıkılmada bil. Bu yer, böyle çirkin ve yıkık bir hale gelmedikçe nasıl olur da gül bahçesi, buğday tarlası haline gelir. Düzeni alt üst olmadıkça nasıl olur da bostanlık, ekinlik olur; mahsul ve meyve yetiştirir? Yarayı neşterle deşmedikçe iyileşir onulur mu hiç? Ahlatın, ilaçla yıkanmadıkça hastalığın nasıl geçer, nasıl şifa bulursun?

Terzi kumaşı paramparça eder... bir kimse çıkıp da o sanatını bilen terziye, bu canım atlası neden bu hale getirdin... neden kestin; ben kesik kumaşı ne yapayım der mi?

Her eski yapıyı yaparlar, yenilerlerken eski yapıyı yıkmazlar mı? Marangoz, demirci ve kasap da bunun gibi yıkıp yakıp harap etmezler mi? O halileyi, belileyi dövmek, onları adeta telef etmek, bedenin yapılmasıdır. Buğdayı değirmende ezmeseydin ondan ekmek yapabilir miydi?

A balık, yediğim tuz ekmek, seni ağından kurtarmak için beni böyle uğraştırıyorsun ya! Musa’nın öğüdünü kabul edersen sonu kötü olan böyle bir oltadan kurtulursun! Kendini hayli zamandır heva ve hevese kul, köle ettin... yeter artık! Küçücük bir kurdu ejderha haline getirdin. Ben de senin ejderhana karşı ejderha getirttim... onunla anbean seni ıslah etmek niyetindeyim. Onun nefesi, bunun nefesiyle tutulsun... ejderham, o ejderhayı mahvetsin!

Eğer razı olursan iki yılandan da kurtulursun... yok, razı olmazsan o ejderha, canını kökünden siler süpürür, seni mahveder!

Firavun dedi ki: Pek usta bir büyücüsün... bu ülkeye bir ikiliktir saldın. Gönlü bir olan halkı iki bölüğe ayırdın... öyledir; büyücülük, dağa, taşa bile tesir eder... onları bile yarar, yıkar.

Musa şöyle cevap verdi: Ben, Tanrı emirlerine gark olmuşum... hiç Tanrı adı ile büyücülük görülmüş şey midir?

Büyücülüğün temeli gaflettir, kafirliktir... halbuki Musa’nın canı, din meşalesidir. A çirkin, ben büyücülere benzer miyim? Nefesine Mesih bile haset etmededir benim.

A cenabet, benim nerem büyücülere benzer? Kitaplar, canımda nurlanır, ışıklanır. Fakat sen heva ve heves kanadı ile uçtuğun için benim hakkımda şüpheye düşüyorsun. Kim hilebazlarla canavarların işini işlerse elbette kerem sahipleri hakkında şüphelenir.

Sen, bir alemin cüzüsün... ne olursan ol, mutlaka o alemin külünü kendi sıfatlarında görürsün sen, azgın herif!döndün de başın döndü mü gözüne ev de dönüyor görünür. Gemiye binersin; gemi hareket etti mi deniz kıyısını yürüyor görürsün! Bir savaştan, bir çekişten canın daralırsa bütün dünyayı dar görürüsün!

Dostların dilediği gibi hoşluğa erersen, gönlün hoş olursa bu alem, sana gül bahçesi görünür.

Nice kişiler, ta Hint ülkesine, Herat şehrine dek vardılar da oralarda alış verişten başka bir şey bulamadılar! Niceler, Türkistan’a, Çin’e vardılar da oralarda hileden, tuzaktan başka bir şey görmediler!

Sefere giden renkten, kokudan başka bir şey göremezse söyle ona: Bütün iklimleri dolaşsın; hep bunu görür. Öküz Bağdat’a geliverir... bir ucundan öbür ucuna kadar şehri dolaşır... bütün o yaşayıştan, o güzelliklerden, o lezzetlerden ancak ve ancak sokaklardaki karpuz kabuğunu görür! Öküzün yahut eşeğin seyrine layık olan şey, sokaklara atılan samanlarla yolarda biten otlardır!

Tabiat mıhına kurumuş et gibi asılı kalan kişinin canı, sebeplere bağlanmıştı... bundan ötesini göremez. Ey baş köşede oturan ulu kişi, sebeplerin kalktığı ova, Tanrının geniş yeryüzüdür. Orada can, her an suret değiştirir... her an yeniden yeniye ve apaçık bir alem görür.

Fakat bir sıfata kapılmış, o sıfatla donup kalmış kişiye, cennette, cennet ırmaklarının kıyısında, olsa orası yine kötü ve çirkin görünür!

Cihanı görme çerçeven anlayışıncadır... pak kişilerin sence perde ardında olması, onları görmemen, pis duygundandır. Bir zaman duygunu görüş suyuyla yıka... sofilerin çamaşır yıkamaları budur, böyledir... bunu böyle bil. Sen temizlendin mi perde yırtılır... pak kişilerin canları sana görünmeye başlar.

Bütün alem nurla, suretlerle dolsa o güzellikten ancak göz haberdar olur. Gözünü yumar da bir güzelin zülfünü, yüzünü görmek için kulağını açarsan, kulak der ki: Ben sureti göremem... ancak suret, bir ses verirse o sesi duyarım. Bilirim, bilirim ama kendime ait olan şeyleri bilirim... bana ait şey de harften, sesten başka bir şey değildir. kendine gel, hadi ey burun... şu güzeli gör, desen imkanı yoktur.

Sana der ki: Mis, yahut gülsuyu olursa koklarım... benim işim budur, bilgim bu kadardır. Ben o baldırı gümüşe benzeyen güzeli nasıl görürüm? Aklını başını devşir de yapamayacağım şeyi teklif etme bana! Eğri duyguda eğriden başka bir şey göremez... onun önüne ister eğri getir, ister doğru. Hocam şaşı göz bil ki tek göremez.

Sen de Firavunsun... tepeden tırnağa kadar hile ve riyadan ibaretsin... onun beni kendinden farklı görmemektesin. A eğri görüşlü, sen bana kendi gözünle bakma, benim gözümle bak da biri, iki görme! Bana, bir an olsun benim gözümle bak da varlıktan öte bir meydan gör. Darlıktan da kurtul, addan, şöhretten de... aşk içinden aşk gör vesselam. Bil ki beden çerçevesinden kurtuldun mu kulağın da göz olur, burnun da.

O tatlı dilli padişah doğru söylemiştir: Ariflerin her kılı göz kesilir. Göz evvelce göz değildi... o, rahimde bir et parçasından ibaretti. Yağ parçası görmeye sebep olmaz oğlum... öyle olsaydı hiç kimse rüyada görülen şeyleri göremezdi. Mesela şeytan ve peri de görür... fakat ikisinin gözünde yağ parçasına benzer bir şey yoktur.

Nurun yağla ne münasebeti var? Fakat yaratıcı sevgi ihsan edici Tanrı bu münasebeti bağışlamıştır işte! İnsan topraktan yaratılmıştır fakat toprağa benzemez ki... cinlerin ateşle bir münasebeti yoktur; fakat onlar da ateşten yaratılmışlardır. Perinin aslı ateştir; fakat dikkat edersen ateşe hiç benzemez.

Kuş, havadan yaratılmış olmakla beraber havaya nereden benzer? Tanrı, münasebeti olmayan şeylere münasebet verdi.

Bu fer’lerin asıllarıyla münasebeti vardır... Tanrı onlara bu münasebeti vermiştir; fakat bu münasebete akıl ermez, keyfiyeti bilinmez! İnsan hiçbir değeri olmayan topraktan meydana gelmiştir... fakat bu oğlun,babası ile ne münasebeti var?

Bir münasebeti varsa bile akıldan gizlidir, keyfiyetine akıl ermez; akıl nereden bu münasebeti izleyecek bulacak? Yele göz vermemiş olsaydı Ad kavmini nasıl fark ederdi? Mümini nasıl olur da düşmandan ayırt eder... şarabı, nasıl olur da testiden fark ederdi?

Nemrut’un yaktığı ateşe göz olmasaydı Halil’e nasıl olur da, kendisini zahmetlere sokup saygı gösterirdi? Nil’in gözü olmasaydı, görmeseydi, Kıpti ile İsrail oğullarını nasıl ayırt edebilirdi? Dağda taşta görüş yoktu da nasıl Davut’a yar oldu? Bu yeryüzünün can gözü yoktu da Karun’u neden öyle sömürüp yuttu? Hannane direğinin gönül gözü olmasaydı o tek kişinin, o eşsiz erin ayrılığını görür müydü? Kırık taşlar, görmeselerdi avuç içinde nasıl şahadet ederlerdi?

A akıl, sen kanatlarını aç da “İza zülziletil arzu zilzaleha” suresini oku! Kıyamet günü bu yeryüzü, görmeseydi iyiye kötüye nasıl şahadet ederdi ki? Halbuki halini, kendisinde olan haberleri söyleyecek... yeryüzü bize sırlarını açacak. Beni senin gibi bir padişaha göndermesi de bir delildir... gönderen bilir ki. Böyle bir illete böyle bir ilaç lazım bu ilaç, o umulmaz yarayı kolayca iyileştirecek elbet. Bundan önce rüyalar görmüştüm... Tanrının beni seçip göndereceğini anlamıştım. Ben elime asayı ve nuru alacak, senin gibi bir küstahın boynuzunu kıracaktım. Bunun için kıyamet gününün sahibi olan Tanrı sana çeşit çeşit rüyalar gösteriyordu.

Bunlar senin kötü içine, azgınlığına layık rüyalardı. Bunların sana, senin haline tam uygun olduğunu bildirmek diliyordu. Tanrı, sana bunları gösteriyordu ki onun hikmet sahibi ve her şeyden haberdar, aynı zamanda derman kabul etmez dertlerin dermanını ihsan eder bir Tanrı olduğunu bilesin.

Fakat sen bu rüyaları tevile kalkıştın... kör ve sağır kesildin, bunlar; ağır uykudan meydana gelen hayaller dedin. Doktorlarla müneccimler de kendilerinde olan nur pırıltısı ile tabirini gördüler, fakat tamahlarından hakikati söylemediler. Kederlenmek, devletine bir gussa gelmek, senin devletinden, padişahlığından uzaktır. Ya çeşitli gıdalardan, yahut yemekten insan, hep böyle rüyalar görür dediler. Çünkü gördüler ki sen öğüt istemiyorsun, kaba ve hoyratsın, kan içicisin... yok, yoksul huylu değilsin!

Padişahlar, bir iş için kan dökerler ama merhametleri kızgınlılarından üstündür. Padişahın Tanrı huyuyla huylanması gerektir. Tanrının gazabın arıktır. Şeytan gibi gazabının üstün olması gerekmez, öyle olursa hile yüzünden lüzum yokken kan döker!

Namussuzların hilmi gibi halim olması da doğru değildir... çünkü karısı da orospu olur cariyesi de! Halbuki sen, gönlünü şeytan evi haline getirdin... kinini, kendine kıble yaptın. Keskin boynuzların nice ciğerleri deldi... işte şu asam, senin küstah boynuzunu kırdı!

Cisme mensup askerler, ruhanilerin kalelerine saldırırlar. O taraftan tertemiz birisi gelmesin diye gayb derbendine hücum ederler. Gaziler, savaşa pek gitmediler mi kafirler, yürür saldırılar. Gayb gazileri, hilimlerinden sana saldırmazlar kötü gidişli. Gayb derbentlerine saldırdın... gayb erlerinin bu tarafa gelmemesini diledin!

Ata bellerine, ana rahimlerine pençe attın... kötülükle yolu kesmek istedin! Ululuk ıssı Tanrının soy sop yetişmesi için açtığı ana yolu sen nasıl kapatabilirsin? A inatçı, sen derbentleri tuttun ama körlüğüne rağmen, yine bir er çıktı işte.

İşte o çıkan er benim... senin maksadını yıkıp yakarım; tanrının adı ile senin adını sanını yok ederim! Sen var, derbentleri iyice tuta dur... ne vakte dek sakalına bıyığına gülüp duracaksın? Kader bıyığını sakalını birer birer yolar... nihayet kadere karşı çekinmenin fayda vermediğini anlarsın. Senin bıyığın sakalın mı daha kuvvetlidir, Ad’ın bıyığı sakalı mı? Onların nefesinden şehirler titrer dururdu.

Sen mi daha inatçısın Semud mu? Varlık alemine onlar gibisi gelmedi gitti. Bunlardan yüz tanesini daha söylesem fayda yok; sen sağırsın... duyarın da duymazlıktan gelirsin!

Söylediğim sözden tövbe ettim; tam senin ilacını yaptım. Bu ilacı senin ham sakalına korum da pişer, yahut da yanar... sen de ebedi olarak yaralı kalırsın. Bu suretle de bilirsin ki Tanrı, her şeyi bilir... her şeye, ona layık olan ilacı verir ey düşman. Ne vakit bir eğrilik ettin, ne zaman bir kötülükte bulundun da onun ardından derhal layığını görmedin?

Ne zaman gökyüzüne bir nefes bir dua gönderdin de ardınca ona benzer bir iyilik gelmedi? Dikkat etsen, uyanık olsan her an, yaptığın işin cevabını görürsün!

Dikkat ederde ipe sarılırsan senin için kıyametin gelmesine hacet yok. Remiz ve işareti gören kişiye açık söz söylemeye ihtiyaç var mı? Bu bela sana aptallığından gelir... nükteleri remizleri anlamazsın!

Gönül kötülük yüzünden karardı da kapkara oldu mu artık anla... burada sersemleşmenin lüzumu yok! Yoksa o karalık, sana bir ok olur... sersemliğinin cezası sana erişir! Ok gelmezse lütuf ve kerem yüzünden gelmez; o kötülük görülmediğinden değil.

Kendine gel de eğer sana gönül gerekse dikkat et... çünkü her işin ardından senin için bir şey meydana gelir. Himmetin bundan fazla olursa dikkatle işin, daha yücelir.

Sen de görünüşte kapkara bir demire benzersin ama kendini cilala, cilala! Bu suretle de gönlün, suretlerle dolu bir ayna kesilsin; ona her cihetten gümüş bedenli bir güzel aksetsin! Demir gerçi karadır nursuzdur... fakat cilalamak ondaki karalığı giderir. Demir cilalanır, yüzünü güzelleştirir... bu suretle suretler onda görünebilir. Topraktan yaratılan beden kabadır, karadır ama cila kabul eder, onu cilala. Cilala da onda gayb şekilleri yüz göstersin... huri ve melek akisleri görünsün!

Tanrı bil ki sana bir akıl cilası vermiştir... onunla gönül yaprağı arınır, aydınlanır. A binamaz, cilalanmayı bırakmışsın da heva ve hevesinin iki elini de açmışsın. Heva ve heves kapandı mı eli açılır. Gayb aynası olan demirde bütün suretler görünür. İçini kararttın, paslattın, işte “Yeryüzünde fesada çalışırlar” ayetinin manası budur.

Şimdiye kadar böyle hareket ettin durdun artık böyle harekette bulunma... suyu kararttın, daha ziyade karartma. Bulandırma da bu su durulsun... o suyun içinde ay ve yıldızları tavaf eder gör. Çünkü insan ırmak suyuna benzer... bulandı mı artık onun dibini göremezsin. Irmağın dibi incilerle, mercanlarla dopdolu... sakın bulandırma o saf ve durudur.

İnsanların canı havaya benzer... tozla karıştı mı gökyüzünde perde olur, gökyüzünü göstermez. Güneşin görünmesine mani olur... fakat tozu gitti mi saf ve parlak bir hale gelir. Canın kapkara olmakla beraber Tanrı, kurtuluş yolunu bulasın diye sana rüyalar göstermiştir.

Tanrı, sonunda olacak şeyleri kudretiyle kapkara demirde gösterdi. Bu suretle senin daha az kötülük etmeni diledi... fakat sen, hep bunları gördüğün halde daha beter oluyordun! Sana rüyada kötü şeyler gösterdi... onlardan ürktün, halbuki o kötü şeyler senin suretindi. Hani aynaya bakınca yüzünü çirkin görüp aynayı pisleyen Zenci gibi!

Tükürmüş de sen çirkinsin, layığın ancak bu demiş, aynada çirkinliğim, senin çirkinliğin a kör ve aşağılık adam! Bu pisliği de kendi çirkin yüzüne bulaştırdın, bana değil... çünkü ben apaydınım demiş!

Sen gah elbiseni yanmış gördün; gah ağzın tutulmuş, gözün kör olmuş gördün. Gah bir canavar kanına kastetti... gah yırtıcı bir hayvan, başını ısırdı! Kendini gah lağıma baş aşağı düşürüyorsun gördün... gah kanlı sellerde gark olmuşsun gördün. Bazen rüyada bu tertemiz gökyüzünde sana “kötüsün, kötüsün, kötü” diye ses geldi... bazen dağlardan apaçık “hadi git be sen de ashabı şimaldensin” sesini duydun! Bazen her cansız şeyden “Firavun, ebediyen cehenneme düştü gitti” sedasını işittin!

Bundan beter rüyalar da gördün... fakat utancından söyleyemiyorsun ki ters tabiatın büsbütün tersleşmesin, kızmayasın.

Ey öğüt kabul etmeyen azıcığını söylüyorum sana... bu azıcığı duy da bil ki ben biliyorum. Gördüğün rüyaları ve başına gelecek işleri düşünmemek için kendini ölü ve kör ettin. Ne vakte dek kaçacaksın? İşte hileler düzen anlayışın körlüğü, önüne geldi çattı.

Kendine gel, bundan böyle çekin artık... çünkü Tanrı keremiyle tövbe kapısı açıktır. Tövbenin batı tarafında bir kapısı vardır, kıyamete kadar açıktır, o kapıdan yüz çevirme! Cennetin Tanrı rahmetiyle sekiz tane kapısı var... oğul, o sekiz kapıdan birisi de tövbe kapısıdır.

Öbürlerinin hepsi de bazen açılır, bazen kapanır... fakat tövbe kapısı hep açıktır. Bunu ganimet bil... kapı açık, hasetçinin körlüğüne rağmen derhal pılını pırtını oraya çek.

Kendine gel de benden bir öğüt kabul et, karşılık olarak dört şey al! Firavun, o bir öğüt, hangi öğüt? O tek öğüdü bana birazcık anlat dedi.

Musa dedi ki: O tek öğüt şu: Apaçık şöyle deki Tanrı tektir, ondan başka tapacak yoktur. Göklerin yıldızların... insanlarla şeytanların cin ve perilerin, kuşların yüce yaratıcısıdır. Denizin, ovanın, dağın, çölün yaratıcısı o dur... ülkesinin sınırı yoktur, kendisinin benzeri yoktur. Firavun ey Musa dedi... buna karşılık bana vereceğin o dört şey nedir? onları da söyle. O güzel vaadin lutfiyle kafirliğin çarmıhı gevşesin. Belki bir ganimet olarak elde edeceğim o hoş vaatler yüzünden yüz batmanlık küfür kilidim açılır... belki bal ırmağının tesiri ile bedenimdeki kin zehri ballaşır.

Yahut o tertemiz süt ırmağının aksiyle esir aklım bir an olsun beslenir. Yahut o şarap ırmaklarının aksiyle sarhoş olur da Tanrı emrinin zevkinden bir koku alırım. Yahut ırmakların letafetinden çorak ve yıkık bedenim tazelenir. Çorak bedenimden bir yeşillik meydana gelir... dikenliklerim cennet-i Me’va kesilir. Belki cennetin ve dört ırmağın aksiyle can, Tanrı, yardımına mazhar olur da sevgiliyi aramaya koyulur. Nitekim cehennemin aksiyle de ateş kesilmişim. Hak kahrı ile karışmışım.

Cehennem yılanının aksiyle yılana dönmüşüm... cennet ehline zehirler yağdırma da, onları dalayıp durmadayım. Gah cehennemdeki kaynar suyun kaynamasının, köpürmesinin tesiri ile zulüm suyum, halkı çürütür eritir.

Ben zemherinin aksiyle zemheri olmuşum... yahut da cehennemin aksiyle cehenneme benzemişim. Şimdi yoksul ve mazlumlara cehennemim... vay onu zebun bulursam.

Musa dedi ki: O dördün birincisi, bedenin ebedi olarak sıhhatte kalır. Tıp bilgisinde söylenen illetler, ey akıllı er, bedeninden uzaklaşır. İkincisi, ömrün uzun olur... ecel, ömründen çekinir! İyi bir ömür sürdükten sonra alemden, muradına erişmeden gitmezsin. Hatta süt emer çocuğun süt istemesi gibi eceli istesin... fakat seni esir eden bir zahmet, bir dert yüzünden değil.

Ölümü arasın ama bir eziyete uğrayıp aciz kaldığından değil de evin harabesinde defineyi gördüğünden. Bunun üzerine kazmayı eline alır da hiç düşünmeksizin evi yıkmaya başlarsın. Çünkü evi, definenin perdesi görürsün... bilir anlarsın ki bu bir tek tane, yüzlerce harmana mani olmaktadır. Artık bir taneyi ateşe atarsın, erlik sıfatı ile sıfatlanır, er olursun.

Ey bir yaprak uğruna bağdan olan... sen yaprağa kapılıp kalan ve bu yüzden üzümden olan kurda benziyorsun. Fakat Tanrının lütfu ve keremi, bu kurdu uyandırırsa bilgisizlik ejderhası seni yer, siler süpürür.

Kurt meyvelerle, ağaçlarla dolu bir bağ kesilir... işte bahtı, talihi iyi olanlar, böyle bir değişikliğe nail olurlar.

Evi yık... bu Yemen akiği ile yüz binlerce ev yapılır. Hazine ev altındadır, ev yıkılmadıkça ele geçmesine çare yok... evi yıkmaktan ürkme, durma! Çünkü bu hazinenin ele geçecek bir parası ile zahmetsiz, meşakkatsiz binlerce ev yapılabilir.

Nihayet bu ev zaten viran olacak... altındaki hazine de apaçık ortaya çıkacak. Fakat o vakit hazine senin olmaz... çünkü o ele geçen ganimet, ruhun evi yıkma ücretidir. “İnsan ancak çalıştığını kazanır.” O işten hiçbir ücrete sahip olamayınca, artık, eyvahlar olsun... böyle bir ay bulut altındaymış da görmedim.

İyilik edip bana söylenen sözleri tutmadım... artık hazine gitti, elim bomboş diye elini ısırır, hayıflanır durursun. Mesela; sen ücretle bir ev kiralarsın... fakat o evi satın alsan bile senin değildir ki! Bu evde iş işleyesin diye kira müddeti, eceline kadardır. Dükkanda eskicilik yamacılık edersin... fakat bu dükkanının altında iki maden gömülüdür. Bu dükkan kiralıktır çabuk ol, kazmayı al da dibini kaz! Birdenbire kazma madene rastlasın da dükkandan da kurtul, yamacılıktan da. Yamacılık dediğin nedir? su içmek yemek yemek... bu yamalarla köhne hırkanı yamar durursun!

Bu beden hırkası daima yırtılır... sen de bu yemekle içmekle onu yamarsın. Ey talihi yaver padişah soyundan gelen, kendine gel de yamacılıktan utan. Bu dükkanın dibini bir parçacık kaz da o iki maden başını yüceltsin.

Bu kiralık evin müddeti bitmeden kendine gel... yoksa bu müddet biter, sende ondan bir fayda elde edemezsin! Sonra dükkan sahibi seni dükkandan çıkarır; bu dükkanı da hazineyi elde etmek için yıkar. Sen gah hasretle başına vurursun; gah ham sakalını yolar durursun.

Yazıklar olsun; bu dükkan benimdi... kör müydüm ki buradan bir fayda elde etmedim. Yazılar olsun, bu bizimdi... yel götürdü! Biz kullara da ebediyen hasretlere düşüp eyvahlar olsun demek kaldı dersin!

Ben evde bir süs, bir nakış gördüm de o evin sevgisiyle kararsız bir hale geldim. Gizli hazineden haberim bile olmadı... yoksa kazma, elimde çiçek demeti kesilirdi. Ah, o zaman kazmanın hakkını verseydim şimdi gamdan kurtulmuş olurdum! Gözümü nakşa, takmış, çocuklar gibi aşk oyunlarına dalıp kalmıştım.

O muradına erişmiş hakim, sen bir çocuksun... ev de nakışlarla, suretlerle dolu diyerek ne de doğru, ne de güzel söylemiştir.

“İlahimane” de vasiyetlerde bulunmuş, tozu dumana ver, varlığının kökünü kazı demiştir. Firavun ey Musa dedi; kafi... gönlüm, ıstıraptan eridi gitti... artık üçüncü vaadini söyle!

Musa dedi ki; üçüncüsü şu: Devletin iki kat artar, iki alemin de düşmanından arınmış devlet ve saltanatına nail olursun. Şimdiki devlet ve ikbalinden daha fazla devlete, ikbale ve ülkelere sahip olursun... şimdiki devletin savaş içindedir, o devlet sulh ve huzur içinde.

Savaş aleminde sana böyle bir devlet ve ülke ihsan eden, bir gör de bak... sulhta ülkene nasıl bir sofra kurar. Keremiyle cefa zamanında onları veren, vefa zamanında seni nasıl görüp gözetir, arayıp yoklar... bir bak da gör.

Firavun ey Musa, dördüncüsü nedir? çabuk söyle... çünkü sabrım yetti, hırsım arttı dedi.

Musa dedi ki: Daima genç kalırsın... daima saçın, sakalın katran gibi siyah, yüzün erguvan gibi kırmızı olur.

Bizce rengin, kokunun değeri yoktur... fakat sen aşağılıksın, onun için aşağı alemden konuşuyorum. Renkle, kokuyla, mevki ile öğünmek, çocukları sevindirir, aldatır. İşim çocuğa düştü... gayrı çocukların ağzını kullanmam lazım!

Mektebe git de sana kuş alayım, yahut kuru üzüm, ceviz ve fıstık getireyim diyeyim! Sen beden gençliğinden başka bir şey bilmiyorsun ya, al işte bu gençliği... a eşek, nah sana arpa. Yüzün hiç buruşmaz pörsümez... kutlu gençliğin hep bu halde kalır. Ona ne ihtiyarlık buruşması gelir... ne de selviye benzeyen boyun iki kat olur. Ne sendeki gençliğin kuvveti azalır, ne dişlerin ağırır, sallanır.

Kadınların erkeklerden nefretine sebep olan gevşekliği kadına yaklaşmamak derdini görmezsin. Gençlik çağının parlaklığı seni öyle bir açar, neşelendirir ki Ukaşe’nin müjdesi de Peygamberi öyle açmış, öyle neşelendirmişti işte.

Ahır zaman Peygamberi Ahmet Rebüyülevvel ayında göçtü... bunda hiç itilaf yoktur. Gönlü, bu göç zamanını haber alınca can ve gönülden o vakte aşık oldu. Safer gelince, bu ay bitince sefer edeceğim diye neşelendi. Her gece bu buluşmanın iştiyaki ile sabahlara kadar “Ey yücelerden yüce arkadaş” der dururdu. “Bana kim safer ayı çıktı diye müjde verirse... kim safer gitti, Rebiyyülevvel geldi diye beni muştularsa ben de onu cennetle muştular, ona şefaatçi olurum” dedi.

Ukaşe gelip müjde dedi... safer çıktı gitti. Peygamber de “Ey ulu aslan, cennet senindir” buyurdu. Başka biri de gelip safer çıktı dedi... Peygamber dedi ki: O müjdeyi Ukaşe aldı. Erler, görüyorsun ya, alemden göçmeden neşeleniyorlar... şu çocuklarsa alemde kalmalarına seviniyorlar. İyi suyun tadını tatmayan kör kuşa, acı su, kevser görünür.

Musa da senin saf ikbaline bir dert erişmez diye bu tarzda kerametler sayıp dökmekteydi. Firavun, pek güzel... iyi söyledin ama bir de iyi bir dostla görüşeyim, danışayım dedi.

Firavun, bu sözü Asiye’ye açtı. Asiye dedi ki: A gönlü kararmış, bu vaatlere can ver. Bu sözlerde ne büyük inayetler var. Ey iyi huylu padişah, durma hemen bunları elde et. Ekim zamanı geldi... hem de ne faydalı ekim ya! Bu sözleri söyledi ve iştiyakinden ağlamaya başladı. Yerinden sıçradı, ne mutlu sana dedi... a kelceğiz, güneş başına taç oldu. Kelin ayıbını külah örter... hele o külah güneş ve ay olursa ne mutlu!

Daha o mecliste bunu duyunca neden evet... yüzlerce hamt olsun demedin? Bu söz, güneşin kulağına değseydi buna nail olmak ümidiyle baş aşağı yere inerdi. Hiç bildin mi, ne vaattir bu, ne lutüftur? Hak İblisi arayıp soruyor adeta. O kerem sahibi, seni böyle bir lutfa, böyle bir ihsana çağırdı da nasıl tahammül ettin? Şaşılacak şey. Nasıl yüreğini eritmedi bu? Eritseydi iki cihandan da nasip alırdın. Adamın yüreği tanrı için erirse şehitler gibi iki alemde de lütfa, ihsana mazhar olur.

Gafillik de hikmettir, bu kör oluşun da bir hikmeti var... var ama neden bu dereceye kadar olsun? Sermayenin çabucak elden uçmaması için gafillik, hem hikmettir, hem nimet. Fakat umulmaz bir yara haline gelmemeli... aklın ve canın zehri olmamalı, adama eziyet vermemeli. Kim böyle bir alışverişi edebilir? Bir gülle gül bahçesini satın alıyorsun! Bir taneye karşılık yüzlerce ağaçlık... bir habbeye karşılık yüzlerce maden.

Kim her şeyi Tanrı için yapar, Tanrıya karşı ihlas sahibi olursa” demek, o taneyi vermektir. Bu suretle de “Tanrı da onun olur, her dilediğini verir” sözünün hakikati elde edilir. Çünkü bu arık ve kararsız varlık, o ebedi Tanrının zevalsiz varlığından var olmuştur. Fani varlık, kendisini ona verdi mi baki olur, asla ölmez. Yelden, topraktan korkan ve bu ikisi yüzünden helak olan katra gibi.

Katra, aslı olan denize kavuştu mu güneşin hararetinden de kurtulur, yelden, topraktan da. Zahiri, denizde yok olur ama zatı yok olmaz, ebedileşir,iyileşir. Kendine gel ey katra da pişman olmaksızın varlığını ver... ver de bir katraya karşılık uçsuz bucaksız denizi bul. Kendine gel ey katra da bu şerefi bul, denizin avucuna düş, o avuçta telef olmaktan emin ol. Böyle bir devlet, kimin eline düşmüştür; bir deniz bir katrayı dilemekte istemekte!

Tanrı hakkı için, Tanrı hakkı için çabuk sat ve satın al... bir katrayı ver, incilerle dolu denizi elde et. Tanrı hakkı için, Tanrı hakkı için hiç geciktirme... bu söz, lütuf denizinden gelmede! Lütuf bile bu lütuf içinde kaybolur... aşağılık bir adam, yedinci kat göğe çıkıyor.

Kendine gel, hiçbir kimse bunu aramakla bulamaz... nasılsa bir acayip oyuna rastladın. Firavun, bunu bir de Haman’a söyleyin; padişaha vezirin reyini almak lazımdır, dedi.

Asiye dedi ki: Bu sırrı Haman’a söyleme. Kör kocakarı, doğanın kıymetini ne bilir. Bir ak doğanı kocakarının birine verirsen iyilik olsun diye pençelerindeki tırnakları keser. Halbuki asıl iş gördüğü, avlandığı uzvu, tırnaklarıdır... kör kocakarıcağız körcesine o tırnakları kesiverir. Anan neredeymiş ki der... a ulu yavrum, tırnakların böyle uzamış senin? Kötü kocakarı, doğanın tırnağını, gagasını kanatlarını keser... sevgi çağında işte bunları yapar. Doğanın önüne tutmaç kor da o, az yedi mi kızar... sevgiyi yırtar atar!

Senin için böyle bir tutmaç pişirdim de sen ululuk gösteriyor, haddini bilmiyorsun ha! Sen o eziyetlere, belalara layıksın... devletin ikbalini kadrini nereden bileceksin sen? Der. Tutmaç yemiyorsan bari al, bunu iç diye doğana tutmaç suyu verir. Halbuki doğan, tutmaç suyundan hoşlanmaz, içmez... kocakarı büsbütün kızar; kızgınlıkla o sıcak çorbayı doğanın başından aşağı döker, hayvanın başını yakar, kel eder!

Canı yanar teessürle gönülleri parlatan padişahın lütfunu anarak ağlamaya başlar; padişahın çehresinden yüzlerce kemale nail olan o nazenin, o işveli gözlerinden yaşlar döker.

“Mazagal basar” sırrına nail olan gözleri o karganın açtığı yaralarla dolar... güzel ve güzel göz, zaten kötü göz yüzünden dertlere, elemlere uğrar! Halbuki o öyle engin bir gözdür ki iki alem bile ona bir kıl kadar görünmektedir.

Gözüne binlerce gökyüzü görünse kaynağın denizin yanında kayboluşu gibi kaybolur! O göz, bu duygu alemine ait şeylerden geçti mi gayb alemini görür de bu kabiliyet yüzünden öpülür durur. Zaten bir kulak bulamıyorum ki o güzel göze ait bir nükte söyleyeyim.

O gözden ulu ve kutlu yaşlar süzülse Cebrail, katrasını kapardı... O güzel gidişli dilber, müsaade ederse bu kaptığı katrayı kanadına, gagasına sürerdi.

Doğan der ki: Kocakarının kızgınlığı alevlendi ama kuvvetimi, nurumu, sabrımı ve ilmimi yakmadı ya. Can doğanım yüzlerce suret dokur, durur... deveyi, yaralar Salih’i değil! Salih, ululukla bir nefes aldı, bir dua etti mi dağdan, o çeşit yüzlerce deve doğar!

Gönül der ki: Sus, aklını başına al... yoksa gayret, varlık nescini çeker yırtar!  Fakat ne çare... padişahlık gururu, öğüt dinletmiyordu; nihayet öğüdü gönlünden koparıp attı. Tanrı gayretinin yüzlerce gizli hilmi vardır... yoksa bir anda yüzlerce cihanı yakardı.

Mutlaka Haman’la görüşüp danışmam lazım... ülke ona dayanmaktadır, ben onunla kuvvet, kudret bulmaktayım, dedi. Mustafa’nın meşveret ettiği zat, Tanrı Sıddıkı idi... Ebucehel’e fikir veren Ebuleheb’di. Cinsiyet onu öyle bir çekti ki o nasihatler, kulağına bile giremedi. Her şey kendi cinsinden olana yüzlerce kanatla uçar gider... ona ulaşma hayali ile bağlarını yırtıp yürür!

Muratza’nın yanına bir kadın gelip dedi ki: Çocuğum oluğun üstüne kaydı. Çağırsam ele geçmez... bıraksam düşüp helak olacağından korkuyorum. Akıllı değil ki tehlikelerden kurtul, yanıma gel deyeyim de anlasın.

Elle işaret etsem anlamaz... anlasa bile kötülük şu ki dinlemez. Mememi, sütümü gösterdim ama benden gözünü, yüzünü çevirip duruyor. Tanrı hakkı için ey ulular, siz, bu alemde de acizlerin ellerinden tutan, onlara yardım eden erlersiniz, o alemde de! Benim derdime tez bir derman bul ki gönlümün meyvesini kaybedeceğim diye yüreğim titremede.

Ali dedi ki: Dama bir çocuk çıkar... çocuğun kendi cinsini görünce, derhal oluktan dama gelir... cins, cinsine ebedi olarak aşıktır. Kadın öyle yaptı... çocuğu o çocuğu görünce ona yüz tuttu; oluktan dama geldi. Her cins, kendi cinsinden olanları çeker, bunu böyle bil.

Çocuk sürtüne, sürtüne öbür çocuğun olduğu tarafa geldi ve aşağıya düşme tehlikesinden kurtuldu.

Peygamberler de kulları oluktan kurtarmak için insan olarak gönderilmişlerdir. Peygamber, ben de sizin gibi insanım... kendi cinsinize gelin kaybolmayın buyurdu. Çünkü cinsiyetin acayip bir çekiciliği vardır... nerede birisini veya bir şeyi arayan varsa onu aratan, bir yana çeken cinsiyettir.

İsa ve İdris, meleklere aynı cinstendiler; onun için gökyüzüne çıktılar. Harun’la Marut’sa ten cinsindendiler; yücelerden aşağıya indiler. Kafirler şeytanlarla aynı cinstendir... canları şeytanların şakirdi olmuştur. Şeytanlarda yüz binlerce kötü huylar öğrenmişler, akıl ve gönül gözünü kapamışlardır. Onların kötü huylarından en ehemmiyetsizi hasettir. Hani İblisin boynuna vuran haset.

O köpekler bunlara ululuk ve haset öğretmişlerdir... onlar, halkın ebedi bir mülke, bir devlete nail olmasını istemezler. Kimde sağdan, soldan bir yücelik görürlerse hasetten adeta kulunçları kabarır, dertlenirler. Çünkü harmanı yanmış talihsiz, kimsenin mumunun yanmasını istemez.

Kendine gel de sen de bir yücelik elde et başkalarının yüceliğinden dertlenme. Tanrıdan bu hasedin defini dile de Tanrı, seni cesetten kurtarsın! Tanrı bir yudumcuk şaraba öyle bir hassa vermiştir ki adamı sarhoş eder, iki alemden de kurtarır.

Bir avuç yeşil ota, esrara öyle bir hassa vermiştir ki bir zaman olsun insanı kendisinden alır. Tanrı uykuya öyle bir hal vermiştir ki düşünceyi iki alemden de keser. Mecnun’u bir deri aşkından öyle bir hale getirmiştir ki dostu düşmandan fark etmez olmuştur. Senin anlayışına havale edilecek bunun gibi yüz binlerce şarabı vardır onun.

Nefsin kötülük şarapları var ki o kötü kişiyi bunlarla yoldan çıkarır! Aklın kutluluk şarapları var ki insan onların neşesi ile zevalsiz bir konak bulur. Sarhoşlukla gök kubbe çadırını o yandan söker, yola düşer.

Kendine gel ey gönül de mağrur olma... İsa, Tanrı sarhoşudur, eşek arpa sarhoşu! Şu küplerden o çeşit şaraplar ara ki sarhoşluğunun sonu gelmesin. Çünkü her sevgili, dolu bir küpe benzer... o tortuludur bu inci gibi saf.

Ey şarabı anlayan, tanıtan er, ihtiyatla tat da karışıksız, katıksız arı duru bir şarap bulasın! Her iki şarap da sarhoşluk verir ama bunun sarhoşluğu, adamı da Tanrıya kadar çeker götürür. Bunu iç de düşünceden, vesveselerden, hile ve düzenlerden kurtul; akıl bağı olmaksızın deve gibi coş, raksa giriş.

Peygamberler ruh ve melek cinsindendirler o yüzden gökteki meleği çekerler. Yel, ateş cinsindendir onun dostudur... her ikisi de yücelir, yücelere çıkar. Boş testinin ağzını kapadın da havuza, yahut ırmağa attın mı? Kıyamete kadar batmaz... çünkü içerisi boştur o boşlukta hava vardır; yelin meyli yüceleredir... içinde bulunduğu kabı da yücelere kaldırır.

Peygamberlerin cinsinden olan canlar da çekişe, çekişe onların yanlarına giderler. Çünkü bu kısımdan olan kişinin aklı üstündür... şüphe yok ki akıl da yaradılış bakımından melekle aynı cinstendir. Nefis havası da düşmana üstündür... fakat nefis, aşağılık cinstendir, aşağılık alemine gider!

Kıpti kötü Firavunun cinsindendi... İsrail oğulları kabilelerine mensup olanlar da Tanrı kelimi Musa’nın cinsinden. Haman, tan Firavunun cinsindendi... Firavun o yüzden onu seçmiş, baş köşeye geçirmiş, kendisine vezir etmişti. Hasılı sonunda da Haman onu baş köşeden ta cehennemin dibin e kadar çekti... çünkü o iki pis adam cehennem cinsindendi. İkisi de cehennem gibi yakıcıydı... ikisi de nurun zıddı idi... ikisi de cehennem gibi gönül nurundan çekinen ve nefret eden kişiydi! Çünkü cehennem, ey mümin, sırattan çabuk geç, nurun ateşimi söndürecek. Ey mümin nurun eteğimi sürüdü mü ateşimi mahvedecek; hemen geç der.

Cehennemlik de nurdan ürker, kaçar... çünkü güzelin cehennem tabiatlıdır o. Mümin canla başla nasıl cehennemden kaçarsa cehennem de müminden öyle kaçar. Çünkü müminin nuru ateş cinsinden değildir... nuru arayan, hakikatte ateşin zıddıdır.

Hadiste gelmiştir: Mümin duada Tanrıya yalvarır, cehennemden aman diler ya; cehennemde canla başla ondan aman diler... Yarabbi, beni falandan uzak et der.

Cinsiyet cazibesini şimdi bir gör hele... bakalım sen hangi cinstensin; küfür cinsinden mi, iman cinsinden mi?

Haman’a meylin varsa Haman’dansın... Musa’ya meylin varsa Subhan’dan! İkisine de meyilsen, iki cinsten de katışığın var... nefisle akıl, ikisi de sende karışık! İkisi de savaşta... kendine gel, kendine! Çalış da manalar suretlere üstün olsun.

Düşmanını her an bozguna uğramış, mağlup olmuş göresin... savaş aleminde bu sevinç kafirdir doğrusu! O inatçı suratlı Firavun, nihayet Haman’a kabalıkla bu sözleri söyledi, Tanrı Kelim’inin vaatlerini anlattı... o sapığı kendine mahrem etti.

Firavun Haman’ı tenha bulunca bunları anlattı. Haman sıçrayıp yakasını yırttı. O melun naralar attı, ağladı... kavuğunu, sarığını yere attı.

Dedi ki: Böyle küstahça ve abes sözleri nasıl oldu da padişahın yüzüne karşı söyledi? Sen, bütün alemi hükmüne almış, işini bahtın yardımı ile altın haline getirmişsin. Padişahlar, inatsız, ısrarsız doğudan da sana vergi getirmedeler, batıdan da!

Ey ulu padişah, bütün padişahlar, sevinçle senin kapının eşiğini öpüyorlar! Düşmanın atı atımızı gördü mü, sopa görmeden yüz çevirmede! Şimdiye dek alemin tapındığı secde ettiği sendin... şimdi kulların en aşağısı mı olacaksın? Bir efendinin kula tapmasındansa binlerce defa ateşe atılması daha hoş!

Hayır buna imkan yok! Ey Çin ülkesini bile hükmü altına alan padişahım, önce beni öldür de seni bu halde görmeyeyim! Padişahım önce benim boynumu vur da bu alçalmayı gözlerim görmesin! Böyle bir şey olmamıştır ya... fakat olmasın da! Yer, gök olacak, gökyüzü yer ha!

Kullarımız, bizimle kapı yoldaşı olacaklar... esirlerimiz, gönüllerimizi yaralayacak, öyle mi?

Düşmanların gözleri aydın olacak da dost körleşecek... sonra da bize mezarın dibi, gül bahçesi kesilecek ha!

Haman, dostla düşmanı tanımıyor, tavlayı körcesine ters oynuyordu. A melun senin düşmanın senden başkası değil... kinine uyup da suçsuzlara düşman deme!

Sence bu kötü hal devlettir... yani evveli “Devkoş”, sonu da “Let-dayak ye!”bu devletten sürüne, sürüne kaçmazsan şu baharın daima güz olur gider! Doğu ve batı, senin gibi niceleri görmüştür... sonunda hepsinin de başı, bedeninden kesilmiş gitmiştir.

Doğuyla batının bile kararı yokken nasıl olur da bir adamı ebedi edebilirler? Korkuda,zindana

Girmekten ürkme yüzünden halk, sana birkaç günceğiz yaltaklandı... onunla öğünüyorsun Ha!

Fakat halk kime secde ederse onun canını zehirliyor demektir.

Bir kere devlet, yüz çevirdi, bir kere bahtı döndü mü kendisine secde edenin kendisini zehirlediğini de analar, bilgi sahibi olan adam da. Ne mutlu ona ki nefsini aşağılatmıştır... vay o kişiye ki serkeşlikle dağ gibi baş kaldırmıştır.

Bu ululuk bil ki zehirli bir şaraptır... o şarapla aptal kişi sarhoş olur. Bir devletsiz, zehirli şarabı içti mi bir zamancağız neşeden başını sallar ama, bir an sonra zehir, canına tesir eder; can verip can almaya başlar. Onun zehirli olduğuna inanmıyorsan bak da gör; Ad kavmine o zehir neler etti?

Bir padişah, başka bir padişahı tuttu mu ya öldürür, ya bir zindana hapseder! Fakat bir düşkün dertliyi görse derdine merhem bulur; ona ihsanlarda bulunur! O ululanma zehir değilse neden padişah, onu suçsuz, hatasız öldürüyor?

Öbürüne de kendisine bir kullukta bulunmadığı halde neden iltifat ediyor? Bu iki harekete bakıp zehri anlamak mümkündür! Yol kesen, asla bir yoksulu dövüp vurmaz... Kurt ölü kurdu katiyen ısırmaz.

Hızır gemiyi kötü kişilerin ellerinden kurtarabilmek için deldi, kırdı. Mademki kırık gemi kurtuluyor, sen de kırıl! Emniyet yoksulluktadır, yürü yoksul ol. Madeni olan ve madenden birkaç parası bulunan dağ, külünk, kazma yaraları ile paramparça oldu.

Kılıç boynu olanın boynunu keser... gölge yerlere döşenmiştir o hiç yaralanmaz. Ululuk fazla ateştir a kızgın... kardeş, kendini ateşe nasıl atıyorsun ki? Yerle bir olan, bak hele oklara hedef olur mu hiç? Fakat yerden baş kaldırdı mı o zaman hedefler gibi çaresiz yaralanır. Bu bizlik, benlik, halkın merdivenidir... halk nihayet bu merdivenden düşer!

Kim merdivenin daha üstüne çıkarsa daha aptaldır... çünkü düşünce onun kemikl