HEDEFE KİLİTLENMENİN YOLU
Hedefin (stratejik planın) gerekli aşamalarıyla belirlenmesinin ardından sıra bu planın hayata geçirilmesine gelir. Bunun başarılmasını sağlayacak kesin yol “hedefe kilitlenme” veya “hedefle bütünleşme” şeklinde ifade edilebilir.
Hedefle bütünleşme kişinin hedefle tanımladığı bilinç(şuur) düzleminde yaşamasıdır. Yani zihnin bilinçli veya bilinçsiz olarak hedefle bağlantılı düşüncelere, telkinlere, nesnelere sürekli kendisini açık tutmasıdır.
İnsanın önceden tanımlanmış bir şuur atmosferinde yaşaması nasıl temin edilebilir?
Bunun birinci ve en basit yolu kişinin hedefiyle ilgili ayrıntıları hafızasından çağırarak üzerinde düşünmeye karar vermesidir. Ancak bu yol her ne kadar ilk ve kaçınılmaz yol olsa da tek başına yukarıda bahsini ettiğimiz sonucu doğurmaz. Yani bir iş yapmak istiyoruz. Bir defa düşünüyoruz. Sonra zihnimizden kayıp gidiveriyor, unutuyoruz. Ardından bir daha hatırlayabilmek için hafızamızdan ilgili konuyu yeniden bilinç düzeyine çağırmak zorunda kalırız.
İkinci yol stratejik planın zihnin otomatik çağrıştırma mekanizmasına bağlanmasıdır. Hedefi hayatımızda beş duyumuzdan aldığımız ne kadar çağrıştırıcıyla birleştirirsek hedefin bilinç düzeyine çıkması o kadar sık olacaktır. Hatta bu sıklığın bir süre devam etmesi halinde yeni çağrıştırıcılar oluşacak ve gittikçe bilincin her anı hedefe dönük düşüncelerle dolacaktır. Artık bir noktadan sonra istesek bile zihnimizden bu düşünceleri boşaltmaya gücümüz yetmeyebilir. Örneğin hayatımızın gayesinin -seri yazımızda geçen ana teorik hedefin- “Rıza-i İlahi” olduğunu varsayalım. Ezan okunduğunda, bir cami gördüğümüzde bunu düşündük. Bu birlikte düşünüşün tekrarı, bir süre sonra bunları her görüş ve duyuşta aynı hedefi hatırlatır. Sonra çağrıştırıcıları genişlettik. Kuş sesi duyduğumuzda , ağaçları seyrettiğimizde aynı hedefi düşündük. İçimizden ve dışımızdan aldığımız her algıya kadar bu süreç genişletilebilir.
Otomatikleşmenin tek yolu tekrarlamadır. Ancak otomatikleşmenin kolay ve güçlü olması başka faktörlerin de devreye sokulmasını gerektirir. Otomatikleşme veya bizim konumuzda hedefle özdeşleşme temelde iki düzeyde gerçekleşir.
A. Düşünce Düzeyinde: Bu düzeyde yukarıda da geçtiği gibi iki yol takip edilebilir. Birincisi hedefi soyut haliyle çok fazla düşünmektir. Yürürken, otururken, tıraş olurken boş bulabileceğimiz har anımız buna müsaittir. İkincisi hedefi(stratejik planı) mümkün olan en fazla şeyle ilişkilendirmektir. Kişilerle, mekanlarla ,işlerle, nesnelerle birlikte sık sık yoğrulan hedef bir süre sonra ilgili her nesne, mekan, iş veya kişi tarafından bilinçsizce hatırlatılır. Buradaki teorik açıklamaların örneklendirilmesine ihtiyaç olmadığını düşünüyorum.
B. Duygu Düzeyinde:Bu düzeyde yapılması gereken şey hedefi duygularla birlikte düşünmektir. Duygu dediğimiz şey düşünceden farklı bir yapıya sahip olan sevinç, hüzün, korku, kin gibi soyut hissedişlerdir. Hedefimiz “çalışkanlığı sevmekse” duygularımızın hedefimize paralel olanlarından herhangi biri aktif olduğunda hedefimiz üzerinde yoğunlaşmamız bizi birinci yoldan çok daha hızlı ve güçlü bir muvaffakiyete eriştirecektir.
Yukarıda geçen birinci tip özdeşleştirme ile hedef kişisel alt bilinçte otomatikleştirilir. İkinci tipte ise otomatikleştirme daha derinlere iner. Hatta tamamen kontrol dışı kalabilir. Bu noktada “hedef-duygu” birleşmesinin gerçekleşmesi halinde ortaya direnilmez bir arzu çıkar.
İnsanlar düşüncelerine direnebilirler ama duygularına direnebilmek için aşırı derecede güçlü olmaları gerekir. Duyguyu dışa vurma engellenebilse bile içsel olarak yaşanılmasına engel olunamaz. Örneğin sevincimizi doğrudan ona hücum ederek yok edemeyiz. Çünkü duygu, düşüncenin aksine bilincin değil alt bilincin kenarlarındadır. Eğer insanlar istediklerini düşünebildikleri gibi istedikleri duyguları da yaşayabilselerdi bugün hayat son derece farklı olacaktı.
Anlatmaya çalıştığımız mekanizmanın son noktası bir saplantı halidir. Duygularımızın şiddeti ve hedefimizle duygularımız arasındaki bağın yoğunluğu ileride atacağımız adımların büyüklüğünü gösterecektir. Birbiriyle yoğrulması gereken şeyler “hedeflerimiz ile iç ve dış dünyamız”dır. Düşünceler, duygular, hariçteki nesneler birbirleriyle yoğrulur ve duyguların şiddetine göre bir haftadan birkaç aylık bir süreye kadar uzanabilecek bir süreç içerisinde tekrar edilirler.
Hayatımızı değiştirecek olan budur.
HEDEFİNİZİ NASIL TANIMLARSINIZ?
Başarıya götüren “hedef belirleme “ çalışmasının ilk aşamasını “hedefin tanımlanması” teşkil eder. Hemen herkes zihninde bir hedef ya da gönlünde bir aslan taşır. Ama neredeyse hemen hiç kimse gönlünde taşıdığının boşlukta sallanan bir hayal veya avuntu olduğunu bilmez. Aşağıda başlıklar altında işlediğimiz konuları inceleyelim. Bu özelliklere sahip olmayan istekler hedef olamaz. Gerçekleşemez:
1. Hedef tam istediğimiz şey olmalıdır. Vali olmayı hedeflediğini düşünen kişi gerçekten bunu istiyor mudur? Eğer fırsatı olursa bir Einstein veya bir Edison olmayı da kabullenebilecekse hedefi yoktur demektir. Çünkü tam istenen hedef ne kadar yüksek olursa olsun tamamen farklı olan bir başka hedefle çabucak yer değiştirebiliyorsa her defasında hedefe sahip olan kişi neredeyse sıfırdan başlamak zorunda kalır. Yerinden sık sık oynayan taşın etrafında taşa bağlı hiç bir şeyi sabitleştiremezsiniz.
Hedefimizin tam ve gerçekten istediğimiz şey olup olmadığını nasıl belirleyeceğiz? İlk önce ne kadar istediğimizi sorgulamamız gerekir. Hayal edebileceğimiz alternatif hedefleri bir araya getirmemiz ve bunların arasından birisini nihai olarak seçmemiz gerekir. Bu belirlemede hedefin bize kazandıracakları şeyler önemli bir kıstas olabilir. Ayrıca tam istediğimiz hedefi, değer yargılarımız, uzmanlık alanımız, cinsiyetimiz, hazır birikimlerimiz ve muhtemelen çevremiz şiddetle etkileyecektir. Bir Müslüman’ın en iyi pop şarkıcısı olmayı hedeflemesini bekleyemezseniz. Bir fizikçi heykeltıraşlığa kalkışmaz. Bir kadın ordu komutanlığını hedeflemez, vs... Belirlediğimiz hedefi gerçekten istememiz için alternatif hedeflerden -nazarımıza ve şartlarımıza göre- üstün olması ve bize hayatın anlamı açısından çok şey kazandırıcı olması gerekir.
2. Hedef gerçekçi olmalıdır. Kuş gibi kanatlanıp uçmak gibi uyduruk hedefin bir anlamı yoktur. Hedefte gerçekçiliğin unsurlarının korunması çok önemlidir. Belirlediğimiz hedef dış gerçeklikle uyuşuyor mu ? Yani dünyanın işleyişinin dışında peri masalı gibi bir hedef mi tutturmuşuz. Kuş gibi uçamayız. Çünkü dış gerçeklikte insana kuş gibi kanatlar hiç bir zaman takılmamıştır. Ve takılmaz. Hedef kişisel gerçekliğimizle de uyuşmalıdır. Eğer dilimiz kesilmiş ise bizim kişisel gerçekliğimize uyan en ideal hedef hatip olmak değildir. Hedefin gerçekçiliğini belirlerken dikkate alacağımız bir üçüncü husus hedefin nelere sahip olmamızı gerektirdiğini hesaplamamızdır.
3.Hedef kesin bir tanım taşımalıdır. Hedefin kesinliği her zaman ve şartta bütün ayrıntılarıyla “Beş-N” sorularına cevap verip vermediğiyle ölçülebilir. Yani “ ne istiyoruz, nerede istiyoruz, ne zaman istiyoruz, nasıl istiyoruz, ne kadar istiyoruz?” Bu sorulara açık ve kesin bir cevap vermeyen, bunun yerine siyasetçilerin çoğunlukla yaptıkları gibi genellemelere dayandırılan hedefler gerçekleştirilemezler. “Yapmalıyım. Az/çok miktarda... Yakın bir zamanda... Buralarda bir yerlerde vs..” Bu genellemeler hep genellendikleri şekilde kalmayı tercih ederler.
İşte genellenmiş bir hedef: “Çok zengin olmak istiyorum.” Hiç kimse boşuna zenginliği bu şekilde istemesin. Çünkü bu şekilde herkes istiyor ama hep bu şekilde istemeyenler zengin oluyor. Hedefin kesinliğinin ölçülmesiyle ilgili ayrıntıyı aşağıdaki örneklerde birazdan inceleyeceğiz.
4. Hedef detaylandırılmış olmalıdır: Hedef soyut/ mücerret ana hedeften ve bunun altında gittikçe müşahhaslaşan, eylem/ fiil planına yaklaşan alt hedeflerden oluşmalıdır. En tepede teorik ana hedef bulunur. Bunun altında ana hedefe götüren teorik alt hedefler vardır. Her teorik alt hedefin altında tamamen eyleme/fiiliyata dönük pratik alt hedefler vardır. Bu pratik alt hedefler belirlenirken hedefin yukarıda geçen “Beş-N” sorularını kesin şekilde cevaplayıp cevaplamadığının sağlamasının yapılması gerekir.
İzin verirseniz şimdi bu sağlamayı aynı konu üzerindeki farklı cümleleri karşılaştırarak örnekleştirelim.
Ana teorik hedefimizin altındaki alt teorik hedefimiz şu olsun: “Dostları tarafından sevilen insan olmak.” Sevilen insan olmaya götürecek daha alt seviyedeki teorinin/pratiğin kesiştiği noktadaki alt hedeflerden birisi şu olabilir: “Dostlarıyla irtibat kurmak.” Şimdi alt eylem taktiklerine geçiyoruz. Beş-N sorularının ne kadar cevaplandığına dikkat edelim.
· ”Dostum A ve B ile irtibat kuracağım.” Hangi dostlarımla, nerede, ne zaman, nasıl, ne kadar? Bu sorular cevapsız. Dostlarınızla irtibat kuramazsınız.
· ”Dostum A ve B ile işyerinden irtibat kuracağım” Kim ve nerede sorularına cevap var ama daha üç-N belli değil.
· “Dostum A ve B ile çarşamba günü saat 5.00’de işyerinden irtibat kuracağım.” Nasıl, ne kadar soruları hala cevapsız.
· “Dostum A ve B ile çarşamba günü saat 5.00’ de işyerlerinden telefonla görüşüp kendilerini çok özlediğimi söyleyeceğim ve çocuklarının hastalığının ne durumda olduğunu soracağım.”
· Burada son cümle ile Beş-N cevaplanmış ve pek iyi bir alt pratik(eyleme dönük) hedef belirlenmiştir.
· Tekrar özetleyecek olursak belirlediğimiz hedefin alt hedefleriyle birlikte istediğimiz şey olup olmadığına, gerçekçilik derecesine, kesinlik durumuna ve teorikten pratiğe doğru iç içe geçmiş birbirlerini gerçekleştirme paralelinde hazırlanan üst/alt hedeflerden oluşup oluşmadığına dikkat etmek zorundayız. Profesyonel stratejinin temel unsurları bunlardır. Bu aşamaların haritası çok iyi çıkarıldığında başarıya götüren sürecin ilk kapısından girilmiş olur. Bundan sonraki kapı “Zihnin hedefe açık tutulmasıyla” ilgilidir. Üzerinde ciltlerce kitap yazılan bir konu küçücük bir köşeye ancak bu kadar sığabiliyor.
· 5. Hedef faydalı olmalıdır. Cinayet şebekesi kurmayı hedefleyemeyiz. Temel'le Cemal bir hedef bulurlar ve “ Kim yüksek bir binanın balkonundan en çok sarkabilir” şeklinde bir iddiaya tutuşurlar. İddiayı sonunda rahmetli Temel kazanır. Biz rahmetli Temel olmamalıyız.
ŞEFKAT NEDİR ?
Sevmek bazen uhuvvet (kardeşlik), bazen aşk, bazen da şefkat kimliğine girer. Sevgi çeşitleri arasında en ulvisi şüphesiz şefkattir.
Şefkati tanımı itibariyle diğer Sevgi çeşitlerinden ayıran temel özellik karşılıksız oluşu ve merhamet boyutunu kuşanmış olmasıdır.
Şefkat çok yüksek bir duygusal karakter gerektirir. Şefkat hissedişinin zirvesinde olan insan da bu hissedişi yüzünden ya dünyanın en mesut insanı olur ya da hayati ve yaşamayı kendisine zehir eder.
Sevgi merkezli hislerin vücudun bio-kimyasal yapısında yaptığı değişiklikleri ortaya çıkarmaya dönük bir yığın araştırma yapılmış; dar anlamda beşeri sevginin, güven duygusunu artıran endorfin hormonu salgısını çoğalttığı, yüksek heyecan ve sevince yol açan emphetamiin salgısını körüklediği gözlenmiştir. Los Angeles Psikiyatri Estitüsünden Mark Gaulstan’a göre, gerçek sevgi endorfin hormonuyla teessüs etmekte, hakiki şefkat belirmekte, bu işte özellikle örnek olarak anne-çocuk ilişkilerinin şefkat merkezli şekillenmesinde Oxytocin maddesinin geliştirdiği “bağlılık ve sokulma” duygusunun büyük rol oynadığı anlaşılmaktadır.(Hürriyet, 9.2.1993)
Mutluluk hissedişlerinin cismani bedende endorfin, emhetamin, Oxytocin gibi maddelerin salgılanmasıyla temsil edildikleri gerçek olmakla birlikte bu tür hissedişlerin temelde ruhi yönelimlerle yönetildiklerine ancak dışarıdan oluşturulan harici etki(hormon enjeksiyonu gibi) yoluyla da gerçekleşebileceği söylenebilir.
Sevgi temel başlığı altında uhuvvet, aşk, şefkat gibi sevginin farklı boyutlarda şekillenmelerinden söz ettik. Boyutu ne olursa olsun, Bediuzzaman’ın da ifade ettiği gibi, sevgi, kaynağını “kemal, lezzet ve menfaat” unsurlarından birlikte ya da tek tek alır.
Bu realiteden hareketle örneğin aşk ve şefkati karşılaştırdığımızda aşkın birçok sınırlandırıcıyla karşılaştığını görürüz. Karşılık isteyen aşkta “lezzet ve menfaat” unsurları devamlılık ve şiddetlenme açısından ön plana çıkarlar. Bu iki unsurun yokluğu ya da eksikliği aşkın ölüm fermanını hazırlar. Bu yüzden uzun sürebilen özel sevgilerin temel kaynağı aşk değil şefkattir. Çünkü aşık ya muhatabından beklediği “lezzet ve menfaat” boyutlu karşılığı görememekte ya da bu karşılık kendi hissedişine en azından denk gelememektedir. Oysa şefkat hissedişinde karşılık beklenmemesi bu iki sınırlandırıcıdan gelebilecek her türlü engeli aşar. Öte yandan şefkatte “merhamet” unsurunun da mevcut olması onun sahibini başka hiçbir hissedişin yükseltemeyeceği mutluluk zirvelerine tırmandırır.
Acaba kendilerini çocuklarına duydukları şefaatte kaybeden annelerin tattıkları mutluluk hissedişinden daha yükseklere tırmanabilenler var mıdır? Beşeri ilişkiler çerçevesinde yoktur şüphesiz. Ancak insan şefkati sadece anne-çocuk ilişkisiyle sınırlayarak hayatı boyunca muhtaç olduğu yüksek huzurdan mahrum olmamalıdır. Çünkü 80 yaşında ihtiyarlardan 8 günlük bebeklere kadar bütün insanlar şefkat edilmeye muhtaçtırlar ve Rablerinin engin şefkati altında karşılıksız korunurlar.
Buraya kadar yapılan açıklamaları bir yana bırakarak şefkatin maddi ve manevi neticelerinden bir kısmını şöyle sıralayabiliriz.
1.Zihinsel sağlık: Şefkatten gelen mutluluk hissedişinin insan bünyesinin bio-kimyasal yapısında oluşturduğu sinirsel ortamda gerilimlerin yokluğu neticesinde stres mekanizmasının devre dışı kalması dolaysıyla düşünce blokajının engellenmesi, hafıza netliği, sistemleri sağlam çalışan bir vücut ve daha birbiriyle dolaylı yollarla bağlantılı birçok maddi netice ortaya çıkar.
2.Güven duygusu: Şefkat sadece vermektir. Mutluluk üzerinde yazılan bütün kitaplar veren olmanın getirdiği güven ve saadeti çok işlerler. Neden dostunuza hediye aldığınızda, midesi ağrıyan bir hastayı sevindirdiğinizde muhtaç bir dilenciye yardım ettiğinizde mutlu olursunuz? İşte şefkat (yani vermek) bu duygunun derecesiyle orantılı olarak insanı sevinçlere boğar. Ancak şefkatin diğer bütün vermeklerden farkı hem şefkat edende hem de şefkat edilende güven duygusunu tesis etmesidir. Diğer vermek türlerinde “acaba karşılığında ne istiyor veya ne vermem gerekir” gibi bir endişe ve arayış her zaman vardır.
3.Tatmin duygusu: Şefkati üstün kılan bir başka özellik de karşılıksız olduğu için, diğer sevgi türlerinde olduğu gibi, karşılık verilmemesi ya da karşılığın eksik olmasından doğabilecek her türlü tatminsizlik faktöründen, engelleyiciden sıyrılabilmesidir. Aşık olan kişi bu engelleyiciler yüzünden bir gün sevdiğini öldürebilir bile. Ama şefkatle seven sevdiğinin şefkate zerre kadar liyakati olmasa bile tırnağının dahi incinmesine razı olmaz. Adeta şartlar zorlarsa “Ben ıstırabımdan ölmeye razıyım. Ona bir şey olmasın” der.
4.Bağlılık duygusu: Şefkat, şefkat duyulanlarda şiddetli bir güvenme ve sığınma iştiyakı körükler. Çocuk en büyük mutluluğu şefkatli annesinin kucağında tadar. Herhalde siz de seze şefkatle seven büyüklerinizin etrafında heyecanla pervane oldunuz. Bunun ne kadar güven verdiğini bilirsiniz. Şefkatin ailevi ve sosyal birlikteliğin ya da manevi anlamda cemaatleşme ve cemiyetleşmenin en etkili harcı olduğu rahatlıkla anlaşılabilir.
5.Rahatlama yolu: Bi Fransız atasözü “İnsan her zaman çocuktur” der. Her zaman çocuk olan, en kendine güvenen katı yürekli insan bu realiteyi inkar etmemeli. İnsan şefkate muhtaçtır. Şefkatten mahrum oluş yüzünden sosyal hayatta peş peşe yükselen canavarlıkları biliyorsunuz. Dolaysıyla şefkat sosyal bir teskiniyet vasıtasıdır da.
Bu ve benzeri yüksek neticeleri geliştirebilmeye müstaid olan şefkat hatalı kullanıldığında ise ne yazık ki aşktan da uhuvvetten de kalleş ve kahredici olur. Şefkatin yanlış kullanımı hakkında Bediuzzaman “Şefkat acz yüzünden belalı bir hırkat olur” Yani sahibini ateşler içerisinde yakar, der. Şefkat Allah’a iman ve itimadı olmayan, ahırete inanmayan ya da merhameti Allah’ın merhametinden ileri ve öne süren insan için kahredicidir. Böyle bir şefkat sahibi erir, solar, tükenir, biter, yok olur.
Şefkatli insanların hayatı şefkat kabiliyetini yeterince inkişaf ettirmemiş insanlar kadar basit değildir. Onlar kendilerini mutluluğun zirvesine tırmandıracak bir kapıyı önlerinde açık tutarlar; ama hayatlarını zehir edecek tehlikelerle de boğuşmak zorundadırlar. İnsanlar tercihlerinde hürdürler.
ŞUURALTININ ŞİMDİ ZAMANI
İnsan beyninin(beynin ruhsal mekanizmasının) insanların çoğunun bilmediği bir özelliği vardır. İnsanların verdiği emirleri uygulamaya koyar ve daha sonra verilen emir-kabul edilmesi şartıyla- insanlar unutsa da yerine getirilir. Psikologlar bu durumu “şuuraltı mekanizmasının” bir özelliği olarak tanımlıyorlar.
Verilen emir ne olursa olsun mutlaka yerine getirilir. Emir zamanla veya konuyla ilgili olabilir. Saat 4.25’te Yaşar Beyle randevusu olduğunu düşünen ve bu saatte randevusunun kendisine haber verilmesini emreden kişi-çelişkili ve disiplinsiz yaşamıyorsa- emrettiği dakikada randevusu kendisine bu mekanizma tarafından hatırlatılır. Kendi hayatımdaki disiplinsizlik sebebiyle ben bu kabiliyeti yeterince geliştiremedim; ancak yıllar önce çok sevdiğim değerli büyüğüm İrfan Özçelik’te bu kabiliyetin keskin bir örneğini gözlemledim. Keçiören’de oturduğumuz sıralarda İrfan Bey sabah namazlarında evimize gelir ve namazımızı birlikte kılardık. Sabah namazı için istediği zamanda uyanabileceğini öğrendim. Bir gün misafirimiz olduğunda sözleştiğimiz gibi- yanlış hatırlamıyorsam- saat 5.27 de uyandığına ve beni uyandırdığına şahit oldum. Şüphesiz şuuraltı her insanda emre böylesine dakik itaat etmeyebilir. Ama geliştirilebilir bir kabiliyettir bu.
Konuyu biraz daha genişletelim. Bahsini ettiğimiz olay şuuraltına hedef göstermekle ilgilidir. Eğer hedefi gösterir, sonra açıkça tanımlar, sonra da şuuraltımızı ikna eder ve kendimizi hedefe kilitlersek hedefi sık sık unutmamızın hiç önemi yoktur. Beynimiz biz uyurken bile emrettiğimiz hedef üzerinde ilerlemektedir. Şuuraltı bütün mesaj algı girişlerini ve düşünce mekanizmasını hedef konusunda açık tutar. Bu açıklık son derece önemlidir.
Yazar olmaya karar verdiğimizi ve yukarıdaki şekilde hedefimizi tanımlayarak şuuraltımızı ikna ettiğimizi varsayalım. Olanlara bakınız. Beynimiz bizim kontrolümüze ihtiyaç duymadan her fırsatta yazarlık kabiliyeti üzerinde “yorumlar” üretecektir. Bu kendi içsel hayal mekanizmamızla ilgilidir. Birileri kendi aralarında konuşurken beynimiz, (beyin şuursuz bir et parçasından farklı değildir, biz beynimiz derken beyni bilinç dahilinde veya bizim bilincimiz haricinde kontrol eden şuuru kastediyoruz) konuşulanlar arasında konumuzla ilgili unsurları otomatik olarak yakalayacaktır. Ve otomatik sistem bizi yeni bilgileri bilinçli olarak yoğurmaya zorlayacaktır. Zaten bu zorlamaya karşı direnirsek şuuraltına verdiğimiz emirle çelişmiş oluruz ve şuuraltı emri değiştirmeye başlar.
Bir başka çok önemli durum daha var. Bunun bazı eserlerde savunulduğunu görerek kendi hayatımda tatbik etmek istedim. Aldığım sonuç çok ilginçtir. Yukarıdaki örnek çerçevesinde konuşursak, bizim ihtiyarımız olmadan bir “el” bizi yazarlıkla ilgili merkezlere sürükler. Ya da yazarlıkla ilgili merkezler bize doğru sürüklenir. Bu ruhsal çekiş mekanizmasının nasıl olduğunu doğrusu ben de henüz öğrenemedim. Ancak Anthony Robins’in “Şans fırsatlara hazırlıklı olmaktır” şeklindeki sözünün bu durumu tanımladığını vurgulayalım. Yani yapılması gereken şey kişinin hedef noktaya kendini çok iyi hazırlamasıdır. Sonra bir el ya insanı götürüp o hedefe oturtuyor ya da o hedef insanın ayakları altına getirilip bırakılıyor. Önemli olan hedefin gerçekleşmesidir yoksa gerçekleşme biçimi ayrı bir konudur. Kayyum-u Bakinin koyduğu ve koruduğu ilginç bir işleyiş...
Beynin hem bilgi bakımından hedefle ilgili konularda teçhiz edilmesi , hem de hedefle kişinin birleştirilmesinin beynin “hedefe açık tutulmasından” geçtiğini tekrar edelim. Ümit ederim söylemeye çalıştığım hususu yeterince açıklayabildim.
Şimdi bize hedefi nasıl tanımlayacağımız, hedefe nasıl kilitleneceğimiz, zihnin hedefe nasıl açık tutulacağı ve verilen emre şuuraltının nasıl ikna edileceği sorulacaktır tahmin ederim. Ümit ederim bunların cevaplarını önümüzdeki aylarda tartışmaya fırsatımız olur.
Yalnız burada küçük bir noktaya değinelim. Şuuraltının insanda otomatik davranışa dönüştürdüğü emirler insanın aynı şekilde yapa geldiği emirlerdir. Örneğin tenkit edildiğinde kendini gülmeye alıştıran kişi artık her tenkit edildiğinde bilincine başvurulmaksızın otomatik olarak güler. Oysa-bir başka örnek- gül çiçeğini “bir gün seviyorum, bir gün sevmiyorum” diyerek verdiği emirleri birbiriyle çeliştiren insanın şuuraltı o kişinin gül çiçeğini sevip sevmediğine karar veremez. Dolaysıyla kişi gerektiğinde her defasında gül çiçeğini sevip sevmediğini düşünmek zorundadır.
Ayrıca şuuraltı olumsuz emirleri de tersinden anlar. Olumsuzluğa itaat etmez. Aklına “tavuk yemek” düşen kişi bu düşünce baskınken “ben tavuk yemeyi düşünmeyeceğim” derse her defasında bu düşünce daha güçlü olarak ona hücum eder. Düşünceye, onun ürünü olan davranışa, onun ürünü olan alışkanlığa ve onun ürünü olan karaktere doğrudan hücum eden kişi bütün bunların daha güçlü olarak kendisini kuşattığını görür. Oysa çare bütün bunların yönlerinin değiştirilmesidir. Bu son örnekte, birkaç defa “ tavuk yerine balık yiyeceğim” diyen kişi farklı sonuç alır.
Bir üçüncü nokta, şuuraltı gelecekle ilgili emirleri sürekli geleceğe atar. Çünkü-insan ruhunun özelliği olan şuuraltı insan ruhu gibi- “sonsuz şimdi” zaman düzlemindedir. Dünü ve yarını ayrı yaşamaz. “Ben namaza başlayacağım” diyen kişi elli yıl geçer ve hala başlayamaz. Çünkü elli yıl sonrası geldiğinde şuuraltı hala “ilerde bir gün namaza başlayacaksın” emrinden haberdardır. Bunun yerine kişi -gerçekte yapmasa da- “ben yaptım veya yapıyorum” demelidir. Bunlar şuuraltının ikna mekanizması için sadece birkaç husus. İnsan ne acayip bir bilinmez değil mi?
KAZANMANIN ANAHTARI ŞÜKÜRDÜR
İnsanlar zengin olurlar; sonra amansız bir fakirlik hayatlarını kuşatır. Büyük şereflere, şan ve şöhretlere kavuşturulurlar, sonra da yerlerde sürünmeye mahkum edilirler.
Neden bazı insanlar ıstıraplarla, yokluklarla boğulurken birden her şey tersine dönüverir? Ya da neden her şey kendilerine koşturulan bir çok insanın elleri bomboş bırakılır? Malları, çocukları, eşleri, işleri koparılır dünyalarından...
Hepimiz bu iki gerçekten en az birini yaşadık, yaşıyoruz ya da yaşayacağız. Ya kızgın kumlar altında inleyerek sertleşen, her tarafa kök salan bir ağaç gibi dayanıklı yetişeceğiz ya da yağ ile bal üzerinde yeşererek aniden boy atan bir ot gibi yükselip sonra da çürüyüp gideceğiz.
Bu yazıyı okuyan bir çok insan bu satırların sahibi gibi acılarla büyümüştür. Bir çok gayretli arkadaşımı tanırım. Gayret ederler, didinirler, yırtınırlar. Kader onları hangi sebeplerden dolayı her gün yeni bir başarıya koşturuyor dersiniz?
Bunu çok düşündüm. Bana ihsan edilen nimet ikiye katlandığında ya da elimdekileri kaybediverdiğimde düşündüm. Gerçekte biz sadece kendi çalışmalarımızla mı kazanıyor ve kendi çalışmalarımızla mı kaybediyoruz? Oysa kazanmak uğrunda çırpınan nice insanın elleri boştur. İstediklerine kavuşturulan nice insanın elleri de istemedikleri halde boşaltılır. Neden?..
Peygamberimiz(asm) cevap veriyor bu soruya: “Nimete teşekkür nimetin gitmesine karşı bir garantidir.”
İyilik yaptığınız bir insanın nankörlüğü ve ihanetiyle karşılaşırsanız o insanı bir daha iyilik yapılmaya layık görür müsünüz? Hele de her iyiliğiniz karşısında nankörlükle cevaplandırılırsanız... Nankör insan iyiliğin değerini idrak edemeyen, ayaklar altında sürünmeye layık insandır.
Kim elindeki nimetin elinde bırakılmasını istiyorsa ihsan edene şükretmesini bilmelidir.
Biz Yaratıcımızın ne kadar engin ihsanlarına mazhar oluyoruz. Dünyalar dolusu servetle değişmediğimiz vücut organlarımızın Rabbimizin hediyesi olduğunu çok az düşünüyoruz; hatta bilmiyoruz bile... Bu azaların tatmini için dünyaya serpilen sonu gelmez güzelliklerin ihsan olduğunu en gıpta edilen pek çok büyük insan bile günde bir kaç defacık hatırlıyor. Zihinlerimiz dünyeviliğin acımasız işgali altında inliyor.
Saniyeleri kuşatan nimetler karşısında insan bu kadar nankörken, Yaratıcının ne büyük rahmeti ve sevgisi vardır ki ihsanını hala aralıksız devam ettiriyor. Aldığı her nefesten dolayı, havayı ve akciğeri Yaratana şükretmeyenin akciğerleri sökülüp atılmıyor. Çoğu zaman hak ettiği halde kör bir tarla faresine dönüştürülmüyor nankörlük eden.
Umumi nimetler Yaratıcının vaadidir. Oysa vakti geldiğinde santim santim hesabı sorulmayacak hiçbir nimet yoktur.
Bir de hususi nimetleri düşünelim. Sevimli bir eş ve güzel çocuklara kavuşturulanlar... Zenginlik ve şerefle donatılanlar... Nice nankör insanların ellerinden bunlar parça parça edilerek alınmıştır.
Peygamberimizin(asm) buyurduğu gibi “Nimete teşekkür etmek nimetin gitmesine karşı bir garantidir.” Bile bile kaybetmek böylesi bir nankörlüğün sonucudur.
Güzel konuşabilmesine şükretmeyenin bir gün dili tutulabilir. Zekasına teşekkür ile karşılık vermeyenin bir gün beyni dumura uğratılabilir. Güzel yaratılışına şükredebilenin güzelliği de her gün arttırılır.
Çok şükür ki şükredebilme kabiliyeti olan varlıklar olarak yaratıldık.
TEMBELLİK HAYATIN İSRAFIDIR
Tembelliğin ne olduğunu ve insanların başına nasıl çoraplar ördüğünü düşündünüz mü? Bu soru çok mu çocukça?
Hemen herkes tembelliğin kötü olduğunu bilir ve kimse tembel olmayı kabullenmek istemez. Ama acaba kaç kişi gerçekten tembel olup olmadığını araştırmıştır?
Tembellik ya zihinsel, ya bedensel ya da her ikisi birden yaşanır. İnsanların büyük bir kısmı zihinlerini, önemli bir kısmı bedenlerini ve yine çok önemli bir kısmı hem bedenlerini hem de zihinlerini çalıştırmazlar.
Dinlenmek kastıyla uzun uzun oturmak, televizyon seyretmek, müzik dinlemek, dedikodu yapmak kontrolsüz hayal kurmak gibi işlerle meşgul olan insan bunları yaptığı anda tembellik tuzağına düşmüştür.
Oysa hayat duraksamadan devam eden “hareketlilik ve aktiflik” prensibi üzerine kuruludur. Atomlardan galaksilere kadar;mikroplardan balinalara kadar fıtrata itaat eden bütün mahlukat amansız bir hareketlilik furyasında çırpınır.
Bakınız tembel ve durağan insanların başlarına neler açılıyor: Bedensel tembellik içerisinde olan insanın vücudunda zehirli birikimler oluşur. Koşuşturmayan insanın vücudundan zehirli maddeler atılamaz. Dokular yağ bağlamaya ve kilitlenmeye başlar. Hücrelere oksijen ve besin dağılımı iyi yapılamayınca vücut hızla yaşlanmaya başlar. Bunu fiziki güç kaybı, kas zayıflığı, yorgunluk takip eder. Bedensel tembelliğin derecesine göre kireçlenme, zaman içerisinde felç ve daha bir yığın hastalık bedene hücum eder.
Zihinsel tembellik aktif düşünmeme, zihni kontrolsüz olarak harici ve dahili telkinlerin tesirine bırakma durumudur. Zihinsel tembelliğe alışan kişi beyninin sinirsel bağlantılarını aktif bir şekilde kullanmadığı için zeka gerilemeye başlar, hafıza gittikçe zayıflar, hatırlama yavaşlar; tabii ki bütün bunları genel aktivitenin azalması takip eder. Zihinsel tembelliğin prensip olarak yaşın ilerlemesiyle fazla ilgisi yoktur.
Aktif insanlar hayranlık verici başarılar arasında uçuşurlar. Neden bazı insanlar çok ağır fiziksel şartlara ve zihinsel faaliyetlere tahammül ederler de bazıları hemen tükeniverirler? İnsanlar her faaliyetin kapasiteyi arttırdığını göz ardı ediyorlar. Bedenin bir kapasitesi vardır şüphesiz ve çalışan insan bu sınıra hızla ulaşır. Ancak beynin kapasitesinin sınırı kolay kolay ulaşılamayacak kadar geniştir.
Allah’ın hikmetine bakınız ki insan kalbini yorulmayan (laktik asit üretmeyen) kaslardan yaratmıştır. İnsanın yorulmayan bir diğer uzvu da beynidir. Yeterli oksijen, glikoz ve enzimler sağlandığı sürece beyin hiç durmadan sürekli çalışır. Bazıları beynin dinlenmesi için bütün işleri bırakıp dinlenmeyi-yani tembelliği tavsiye ederler. Halbuki böyle yapmak tam tersine beyni tembelleştirir. Bizim zihin yorgunluğu dediğimiz şey beyni çalıştırırken fiziksel şartları ihmal etmemizden ya da psikolojik gerginliğin fizyolojiyi etkilemesinden doğan “durumdan” başka bir şey değildir. Uyku anında dinlendiğini sandığımız beynin uyanıkken ki hali kadar yoğun çalıştığını ortaya çıkaran son tespitler de bu gerçeği vurgular. Çok karmaşık bir mekanizmayı küçük bir köşede genel ifadelerle açıklamaya çalıştığım için sevgili okuyuculardan anlayış beklerim.
Abdülkadir Geylani(ks) hazretlerinin çalışmamanın sonucunu görerek “Canınız sıkıldığı zaman çalışınız.” Dediğini bilirsiniz. Sevgili Peygamberimiz(asm) hiç bir şey yapmadan oturan bir zatın yanından geçerken selam vermiyor. Ancak geriye dönüşünde aynı kişiyi bir çalı parçasıyla meşgul halde gördüğünde bu defa selam veriyor.
Bediüzzaman’ın dediği gibi “Gaye-i hayal olmazsa ezhan enelere döner.-zihin sürekli kendi benliğini düşünür” Gaye-i hayal veya ideal ya da gerçekleştirilmesi hedeflenen bir amaç sahibi olmak bunu sadece hayalde taşımak değildir. İdeal uğruna çırpınıştan bahsediyoruz. Bu herhangi bir hobi de olabilir. Aksi taktirde beden ve ruh kendi kendini yemeğe başlar. Ya da insanlar “birbirlerini yeme” hastalığına tutulurlar.
Lüzumsuz dahi olsa insanların hem bedenen hem de zihnen sürekli çalışmaları gerekir. Kaldı ki “Lüzumlu işler çoktur.” Ne çok zamanımız boşa akıp gidiyor! Ne çok müsrifiz!
Bazılarına terakki yeri olan dünyada bize de terakki kapıları açıktır. Biz ise başkalarını suçlayarak kendimizi temize çıkarıyoruz.
Güçlendirici Kelimeleri Kullanmak
Kelimelerin Önemi:
Önemli enerji kaynaklarından veya tüketicilerinden biri kullandığımız kelimelerdir. Hayatımızı kullandığımız kelimeler yönetiyor. Kelimelerimizi biz yönetmezsek onlar bizi yönetecekler. Üç tür kelime kullanırız:
Nötr kelimeler: Bunlar, üzerinde hiçbir yük bulunmayan, hiçbir şeyi itmeyen veya çekmeyen kelimelerdir. Atom içindeki nötron parçacıkları gibi. Duygu yönü sıfır olan kelimelerden söz ediyoruz. Örneğin: Normal, sıradan, şey, iş, önce, sonra, gün, akşam vs. Bu tür kelimelerde hiçbir olumlu veya olumsuz çağrışım yoktur. İyi değildirler, kötü de değildirler.
Zayıflatıcı kelimeler: Bu kelimelere dilin doğasında olumsuz anlamlar, olumsuz duygular yüklüdür. Zayıflatıcı kelimelerle çirkinlikleri, kötülükleri tanımlarız. Bu kelimeleri her kullandığınızda enerji yükünüz azalır. Kelimeler tekrar edildikçe olumsuzluk yükü artar, kocaman bir duygu çöplüğü oluşur. Şu kelimelere bakın: Alçak, şerefsiz, adi, başarısız, çirkin, tiksindirici, pahalı, korkunç, zor, acı, öldürücü, kanlı, katil, tembel, eski vs.
Zayıflatıcı kelimeler onları dinleyenlerin zihinlerinde coşkuyu azaltan görüntüler oluştururlar. Bu kelimeleri kullandıkça psikolojik gücümüz azalır. Yüzlerce defa "şerefsiz" diyen insan, şerefsizleri aşağılasa da bir gün aşağıladığı şerefsizlerin arasında bulur kendisini. Lanet edenler çoğu zaman aslında kendilerine lanet ettiklerinin farkında değildirler.
Bediuzzaman -günümüz diliyle- "Çirkinlikleri detaylı anlatmak temiz zihinleri bozar" der. Kötü hikaye sadece dinleyenin değil, anlatanın da psikolojisini bozacaktır.
Küfreden çocuklarla arkadaşlık yapan çocuklar zamanla çok çirkin işler yapıyorlar. En ahlaklı yetişen çocuklar, küçüklüklerinde küfretmeyi öğrenemeyen çocuklar arasından çıkıyor. En saygısız çocuklar en çok çirkin kelimeyi en erken öğrenen çocuklar arasından yetişiyor. Eski Japonların ne kadar saygılı ve temiz konuşan insanlar olduğunu bilmelisiniz. Çünkü onların dilinde küfür kelimeleri yoktur. Yapılan bir araştırmaya göre, kullandıkları küfürlerin çirkinliği ve çeşitliliği bakımından içinde yaşadığımız kültür birinci sıradaymış. Niçin çirkin fıkralarla tahrip edilmemize izin veriyoruz?
Biz küfreden bir ecdadın torunları değiliz. Sokaklarımızda bazı insanların dillerine sakız yaptıkları kelimeleri duymak bile ürkütücüdür. Onlar kendilerini ne kadar aşağıladıklarının farkında bile değiller. Size garanti ediyorum. Küfredenler cinayet veya terörden başka bir alanda başarılı olamazlar. Cani çete üyelerine bakın. Onları konuşurken dinleyin. (Yine de dinlemeyin. Korkmaz Yiğit gibi vücudunuzun kimyası bozulabilir. Şayet dinlemek zorunda kalırsanız yukarıdaki notu hatırlarsınız.) Eşlerine zulmedenlerin konuşurken kullandıkları kelimelere bakın. Bu gerçeği kendi gözlerinizle göreceksiniz.
Zayıflatıcı kelimeler onları kullananları sevimsizleştirirler; onları zamanla nefret edilen varlıklar haline dönüştürürler.
Güçlendirici Kelimeler: Olumlu yük taşıyan güçlendirici kelimeleri her kullanışınızda ruhunuzun güçlendiğini görürsünüz. Dinleyen herkes güçlü kelimelerinizin etkisiyle sizde sihirli bir güç olduğunu sanır.
Güçlendirici kelimeleri kullandıkça manevi gücünüzün, özgüveninizin, coşkunuzun arttığını göreceksiniz. Bu kelimeler, onları her tekrar edişinizde sizi daha güçlü ve etkileyici gösterecek. Dahası mıknatıs gibi bir çekiciliğe sahip olacaksınız. (Bu paragraftaki güçlendirici kelimelerin altı çizilmiştir.)
Başarı için dayanma gücüne, cesarete ve özgüvene ihtiyacımız var. Küçük bir engel karşısında hemen ümitsizliğe kapılan, kendini çaresiz hisseden bir insanın durumu çok acıdır. Oysa büyük kelimeler hayatımızı aniden değiştirebiliyor. Öyle ki en zayıf olduğunuz anda güçlendirici kelimeleri beş dakika tekrar ederseniz tüm duygularınızı değiştirebilirsiniz. Zihniniz, duruşunuz, yüz hatlarınız değişir. (Bu paragraftaki zayıflatıcı kelimelerin altı çizilmiştir.)
Büyük ve güçlendirici kelimeler arasından en önemlilerini size aktarmak istiyoruz. Bu kelimeleri ve bunların eş anlamlılarını alabildiğine kullanın. Kendinizi ve yaptıklarınızı bu kelimelerle tanımlayın. Çılgınca tanımlayın:
Enerji yükü en fazla olan güçlendirici kelimeler:
Büyük, farklı, şimdi, hızlı, fırsat, harika, bedava, kazançlı, yeni, kolay, heyecan verici, kesin.
Diğer güçlendirici kelimelerden bazı örnekler:
Sır, başarı, zafer, yapmak, cesaret, saygı, önem, sevgi, saygı, barış, oyun, gülmek, yardım, vermek, yükselmek, eğlenmek.
Bu kelimelerin her birinin eş anlamlısı olan onlarca kelime bulabilirsiniz. Büyük kelimeleri diğerlerinden ayırmalı ve onları her fırsatta yüzlerce kez tekrar etmeliyiz.
Eş anlam açısından size bir örnek vermek istiyorum. "Büyük" kelimesinin yaklaşık eş anlamlıları arasında "Heybetli, kocaman, koskoca, çaplı, cesametli, devasa, muazzam, çarpıcı, azametli, ihtişamlı, muhteşem, şahane, haşmetli, görkemli, göz kamaştırıcı, göz alıcı, yüce..." gibi kelimeler yer alır.
Bu kelimeleri kullanarak kendinizi tanımladığınızda neler hissetmeye başladığınızı, gücünüzün nasıl devleştiğini göreceksiniz: İsterseniz bunu hemen şimdi yapın ve nasıl kudretli bir padişaha dönüştüğünüzü görün:
"Kendimi muhteşem hissediyorum. İnanılmaz harikalıkta işler başardım. Ben son derece güçlüyüm. Son derece başarılıyım. Harika bir insanım. Başarmak çok kolay. Ne kadar zevkli işler yapmışım! Şimdi mükemmelleşiyorum. Azamet ve heyecan kuşatıyor beni. Gücün ruhumda dolaştığını görüyorum."
Bu sözleri, bunlara benzer cümleleri kendiniz hakkında yüzlerce kez tekrar edin. Kanatlanıp uçmaya başladığınızı göreceksiniz. "Hayır yalan söylüyorsunuz" diyecek size çevreniz. Ruhunuzun derinlerine fısıldayan şeytandan aynı olumsuz telkinleri işiteceksiniz. İnsanlar kendi yalanlarının kurbanı oldular. Yıllarca kendimize yalanlar söyledik. Güçsüz olduğumuzu, bahtsız ve başarısız olduğumuzu söyledik. Şimdi söylediğimiz bu yalanların esareti altında inliyoruz. Ne olurdu birileri çocukken bize bizi uçuracak yalanları nasıl söyleyeceğimizi öğretseydi.
"Sevinçten coşuyorum" derseniz yalan mı söylemiş olursunuz? Eğer bu sözü söylemeye devam ederseniz idam sehpasında bile sevinçten coşarsınız. Eğer "sıkıntıdan içimi kemiriyorum" demekte ısrar ederseniz padişah koltuğunda ölüm acısı yaşarsınız. Tekrar ediyorum. Kendi yalanlarımızın kurbanıyız. İnandığınız tek doğru vardır. O da mutlak olan doğru değil, kendimize ısrarla söylediğimizdir. Hangi yalanı kendinize ısrarla söylerseniz tüm ruhunuz ona inanacaktır. Alt bilinciniz neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilmez. Sadece ona en çok söylediğinizi doğru kabul eder. Bizim tek doğrumuz kendimize ısrarla söylemeye devam ettiğimizdir.
Kendinize kırk gün deli olduğunuzu söylerseniz gerçekten deli olursunuz. Kırk gün akıllı olduğunuzu söylerseniz gerçekten akıllı olursunuz. Ona ne olmak istediğinizi söyleyin. Beyniniz olmak istediğiniz gibi olmakta zorluk çekmeyecektir. Her renge girebiliriz, her farklılığı ustalıkla başarabiliriz.
Bu bölümü tekrar okuyup üzerinde düşünmenizi öneriyorum. Coşkunuzu geliştirdiğinizde sahip olduğunuz enerjiyi kullanarak nereye gitmek istediğinizi belirlemeniz gerekecektir. Hedefiniz nedir? Kaderinizi yönlendirmenin yolu hedefinizi belirlemekten geçiyor. Gelecek bölümde hedef üzerinde çalışmaya hazır mısınız? Kainat gemisinin kaptanı soruyor: "Nereye gitmek istiyorsunuz?"
Güzelliği Keşfetmek
Her Şeyin Doğası Güzel
Güzellikleri ayıklayarak görenler özel cennetlerinde yaşarlar. Akşamları özel evimizde yaşadığımız gibi ömrümüz boyunca bedenimizde gizli özel mekanımızda yaşamaya devam edeceğiz. Özel dünyanızda gördüklerinizi değil baktıklarınızı bulacaksınız.
En güzel söz Kuran'ın "Yer yüzüne bakmazlar mı? Orada her güzel çiftten nice bitkiler yetiştirdik". (26:7) "Gökten indirilen suyla bir ağacını bile bitirmeye gücünüzün yetmediği güzel bahçeler bitirdik."(27:60) Güzelliklerin çevremizi nasıl bir enginlikte kuşattığının farkında mısınız?
Hiçbir şey yaratılışı, doğası, özü itibariyle çirkin değildir. Kediler, köpekler, kuşlar, böcekler, çiçekler, taşlar, ağaçlar, Güneş, Ay ve yıldızlar... Her şey ama her şey özleri itibariyle güzeldir. Hatta Bediuzzaman'ın dediği gibi 'Her şey ya bizzat güzeldir, ya da sonuçları itibariyle güzeldir." Bu açıdan şeytan bile çirkin değildir. Şeytan doğasındaki üstünlüğü gurur vesilesi yaptı, Ademi(as) küçümsedi, bu yüzden kovuldu. Eylemleri yüzünden kendisini çirkinleştirdi. Ama şeytanla savaşarak büyük makamlara yükselen milyonlarca insan yaşadı yer yüzünde. Köpeğin varlığı değil, ısırması kötüdür. İnsanın varlığı değil, cinayeti kötüdür. Doğası itibariyle hiçbir şeyi çirkin göremeyiz. Buğdaydan yapılan şarabın kötü olması buğdayı kötülemez. Ev yakmanın kötülüğü, yemek pişirmeye, insanları üşümekten kurtarmaya yarayan ateşi çirkinleştirmez. Yaratılmasalardı yaşayamayacağımız bakterilerin vücudumuz için tehlikesi, onları kötü yapmaz.
Beni çok şaşırtan bir cümleyi Özer Uçuran Çiller'in kitabında okumuştum: "Hiç kimse çirkin değildir." Bu cümleye itiraz ettim. Çünkü çocukluğumdan beri taşıdığım inancı sarsıyordu. Nasıl herkes güzel olabilir? Bütün kadınlar güzel mi? Bütün çocuklar güzel mi? Ben güzel insanlar kadar güzel miyim? "Hayır, itiraz ediyorum." Diye bağırdım. Ama kısa süre sonra Özer Çiller'in tam olarak doğruyu söylediğini anladım, kendimden utandım. Konuyu araştırdım, bir ay sonra gazetedeki köşemde yayınlanan "Nasıl Güzel Olunur?" başlıklı yazıyı kaleme aldım.
Her şeyi Yaratan aynı mesajı verirken, biz kim oluyoruz? "O(Allah) ki yarattığı her şeyi güzel yapmış." (32:7) Onun en büyük kulu Muhammed (asm) aynı şeyi söylerken: "Allah'ım! Yaratılışımı güzel yaptığın gibi ahlakımı da güzelleştir." Kesin olan şu: "Güzel gören güzel düşünür. Güzel düşünen hayatından lezzet alır." Bediuzzaman
Bir bahar bahçesinde neye dikkat ediyorsunuz? Çevrede dolaşan sinekler var. Belki de sararmış, kokuşmuş yapraklar göreceksiniz. Ama aynı bahçede kırmızı beyaz çiçekler, yemyeşil otlar da bulunur. Dikkatinizi hangilerine yoğunlaştırıyorsunuz?
Güzelliklerle dolu bir nesneyi çirkin görebilirsiniz. Çirkin bir nesneyi de güzel görebilirsiniz. Nesneler arasında güzel olanlara dikkatinizi yöneltebilirsiniz. Bir nesnenin güzel yönlerine odaklanarak onu güzel görebilirsiniz. Çirkin yönlerine odaklandığınızda ise onu çirkin göreceksiniz.
Güzel görmenin yolu
Güzel görmek için elinizde iki yöntem var. Bir: Nesneler arasında güzel olanları görmek. İki: Bir nesnenin güzel yönlerini görmek.
Size ilginç bir örnek vereyim. 1998 yılında televizyon kanallarından birinde futbolcu Rıdvan'ı konu alan bir magazin vardı. Rıdvan'ın -kendisinden özür diliyorum- bir alışkanlığı keşfedilmişti. Yere tükürüyordu. Kameraman ne kadar tükürüş yakalayabildiyse kaydetmiş. Rıdvan ekranda bir dakika içinde onlarca defa tükürdü. Bu güzel bir manzara mıydı? İzleyicileri tiksindirdiler. Elbette göz önünde rasgele tükürmek sevimli bir hareket değildir. Ama herkes de tükürmez mi? Siz hiç sokakta yürürken, lavaboda yüzünüzü yıkarken tükürmek zorunda kalmadınız mı? Eminim bunu gözlerden saklamak istediniz. Rıdvan'a yapılan haksızlığın onu bir anda nasıl çirkin gösterdiğini anlıyorsunuz. Bu bize de yapılabilirdi. Dahası çoğumuz bunun benzerini başkalarına yapıyoruz.
Bu hatalı bakış yüzünden çok değerli insanlara sevgimizi kaybediyoruz. Öfkelendiğiniz bir an arkadaşınıza kötü davranmış olabilirsiniz. Ama ona onlarca defa iyi davrandınız. Tek hareketinize odaklandığında arkadaşınız sizden uzaklaşacaktır. Dilinizden bir defa çirkin bir söz çıkmış olabilir. Ama yüzlerce defa iyi sözler söylüyorsunuz. Günde birkaç defa burnunuzu temizlemek durumunda kalabilirsiniz. Ama saatlerce burnunuz temizdir. Nereye odaklanıyorsunuz?
İnsanlar güzel göremeyince hayatın tüm güzelliklerini kaybediyorlar. Evli eşler arasındaki sevgi kısa süre içinde bu yüzden bozuluyor. Evliyseniz eşinizi evlendiğiniz gün gibi sevmeye devam ediyor musunuz? Evlilikten sonra gelen yıllar neyi değiştirdi. Eşiniz sizin için yemek pişiren aynı kadın değil mi? Hatta belki de evinizin temizliğini yapıyor, elbiselerinizi bile ütülüyor. Hasta olduğunuzda yardımınıza ilk koşan o.
Bazıları birkaç hataya odaklanıyorlar. Kalplerini kıran birkaç hatayı yüzlerce defa zihinlerinde tekrar ediyorlar. On defa işlenmiş bir hatayı zihinlerine on bin defa yaşatıyorlar. Keşke hatasız insanlar olmayı başarabilseydik. Ama bu mümkün değil. Orhan Gencebay'ın dediği gibi "Hatasız kul olmaz." Hatalara odaklandığınızda hataların artmasına neden olursunuz. Güzelliklere odaklanmak sayesinde hayatınızı kuşatan güzelliklerin artmasına neden olursunuz. Hangisini tercih ediyorsunuz?
Salonunuza bir saksı çiçeği yerleştirdiğinizde ilk günler onu sevdiğinizin bilincindesiniz. Bakmadığınız çiçeği bir süre sonra görmez olursunuz. Oysa aynı çiçek belki de daha güzelleşmiş olarak salonunuza renk katmaya devam ediyor. Yaratıcınızın size verdiği bedeni bir çocuk safiyetinde görüp sevebilirsiniz. "Neden şuram eğri" derseniz, bir yerlerinizin eğri olduğuna inanmaya başlarsınız. Bazı aşıkların kimlere aşık olduğuna bakın. Her sevgilinin burnu, ameliyatla düzeltilen küçültülmüş burunlardan değildir. Ebedi güzellik cinsellikte değil, ruhsallıktadır. Çünkü ölümsüz olan sadece ruhtur. Sevginizin kaynağı ruh değilse, nefis tatmin veya tahrip olunca sevgi biter. Sevgi biter, kalbinizi kendi ellerinizle sevgisiz bırakırsınız.
Bir çiçeği taç yapraklarını oluşturan maddeler nedeniyle sevmezsiniz. Sevgiyi besleyen sevgilinin üzerindeki şekil ve renk nakışlarıdır, yani anlamdır. Maddesi itibariyle çocuk, kadın, çiçek aynıdır. Kirli bir çamurun içeriğinden farklı değildir bunlar. Öldüklerinde her şey özlerindeki çamura döner. Varlığı farklılaştıran Yaratıcının ona yerleştirdiği anlamdır, yani ruhtur. Anlamını kaybettiğinizde varlığı da kaybedersiniz. Çok az insanın sahip olduğu bir yetenek bu: Güzellikleri görebiliyor musunuz?
İnsanın duygularını, dolaysıyla davranışlarını yöneten iki kavram vardır: Acı ve zevk. Acı verenlere olumsuz sonuçlarından bakarsak yaşama sevincimizi, heyecanımızı, cesaretimizi kırarlar. Alt bilincimiz acı verenlerden kaçacak şekilde yaratılmıştır. Zevk verenlere ise neredeyse adanırız. Zevk veren sevgili, zevk veren çiçek, zevk veren yiyecek, zevk veren müzik, zevk veren manzaralar. İnsanlar zevk uğrunda tehlikeli maceralara atılırlar.
Size en büyük zevk kaynağının sırrını anlatıyoruz. Bu sır sayesinde tüm hayatınızı cennete çevirebilirsiniz. Eğer güzel görebilirseniz her şey size zevk verecektir. Yağmur altında ıslanmaktan, kar yağışını seyretmekten, toprağı çabalamaktan inanılmaz bir zevk alacaksınız. Yağmur bu zevki kendiliğinden size vermez. Onu siz isteyip alacaksınız. Böylece manevi gücünüz, direnciniz, coşkunuz artacak.
Bir insan mutlu olduğu sürece çalışma azmine sahip olur. Zekası gelişir. Mutlu değilseniz ne okuyabilirsiniz, ne de yazabilirsiniz. Mutsuz insan konuşamaz. Varlığımızı evrene ilan edebilmemiz kendimizi mutlu hissetmemize bağlıdır. Bunun da ancak güzel görmekle mümkün olduğunu söylüyoruz. Bu büyük gücü ihmal etmeye devam edecek misiniz? Hayat geminizin kaptanı sizsiniz. Hazineniz altınlarla dolu. Onları öldürdükten sonra mı kullanmayı düşünüyorsunuz?
Şu anda okumaya iki dakika ara verin. Başınızı kaldırıp oturduğunuz mekanı gözden geçirin. Çevrede yer alan her şeyin güzel olduğunu düşünün. Onların hangi yönlerinin güzel olduğunu sorun. Güzellikleri sevdiğinizi hatırlayın, onları sevin. Kendinizi sevin. Hemen şimdi duygularınızın nasıl değiştiğini göreceksiniz. Şimdi... Lütfen. Önemli olan her mekanda gizlenen güzellikleri sürekli görebilmektir.
Başarı gerçek güzelliklerin içinde doğanların değil, çirkinliklerin bile güzel yanlarını keşfedebilecek kadar güzellik kaşifi olanlarındır.
Bakış açısı değişince insanın nasıl değiştiğini biliyorsunuz. Öfkeyle dolarsanız intikam almak istersiniz. Yavrularına acımasızca kurşun sıkan babaları düşünün. Bebeklerini sokaklarda terk eden anneleri düşünün. Vahşetlerini idamla bile temizleyemezsiniz onların. Ama sevgiyle dolarsanız kahramanlaşırsınız. Yavrusunu yangından kurtarmak için tereddüt etmeden alevlerin içine dalan anne gibi. Çocuğunu arabanın altında ezilmekten kurtarmaya çalışırken arabanın altında kalan baba gibi. Bu tür haberleri her gün televizyon ekranlarında izlemiyor musunuz? İnsan vahşileştiğinde, kurtlardan, yılanlardan, akreplerden daha vahşi olur. Ama aynı bir tek insanın şefkati, yer yüzündeki diğer tüm canlıların toplam şefkatinden daha üstün olabiliyor.
Hayıtınızı paylaşmak zorunda olduğunuz herkesin ve her şeyin güzel yönlerini keşfedebilmek için çaba harcamalısınız. Burada ürettiğiniz düşünceleri sık sık tekrar etmelisiniz. Nasıl düşünmeye devam ederseniz öyle düşünmeye alışırsınız. Alıştığınız düşünce davranışınızın nedenidir. Nasıl davranmaya devam ederseniz öyle davranmaya alışırsınız. Alıştığınız davranış karakterinizin kaynağıdır. Karakteriniz kaderinizi belirleyecektir.
Düşünce Alanları
Kendinizi düşünün: Kendinizi niçin sevmelisiniz? Vücudunuzun hangi yönleri güzel? Çirkin olduğunu sandığınız yönleri nasıl güzelleştirebilirsiniz? Neler biliyorsunuz? Şimdiye kadar öğrendikleriniz sizi hangi açılardan değerli yapıyor? Hangi iyilikleri yaptınız? Hangi yaptıklarınız sizi mutlu ediyor?
Eşinizi düşünün: Onun bedensel ve ruhsal varlığında hangi güzellikleri görüyorsunuz? Davranışları arasında hangilerini seviyorsunuz? Size hangi faydaları dokunuyor? Hangi ihtiyaçlarınızı karşılıyor? Yaptığı tüm hizmetleri dikkate alın. Zor durumda kaldığınızda sizin için neler yapıyor? Geleceğinizi düşünün. Geleceğinizdeki zorluklarınıza nasıl birlikte göğüs gereceksiniz?
İşinizi düşünün: Yaptığınız işe mahkum musunuz? O zaman işinizi sevmek zorundasınız. Yaptıklarınızın hangi güzel sonuçları var? En dolaylı sonuçları bile araştırın. Orada sevdiğiniz insanlar kimler? İşiniz hangi yetenekleri kazanmanıza imkan tanıdı? İşiniz aracılığıyla hangi yeni yetenekleri kazanmanız mümkün?
Dostlarınızı düşünün: Kötülüğü bilinçli olarak yaymayı görev edinen zehir gibi arkadaşlarınız varsa onları hemen terk edin. Diğer insanlar üzerinde odaklanın. Hangi güzel yanları var? Size hangi konularda faydalı olabilirler? Onların daha iyi olmalarını ve iyiliği onlarla paylaşmayı nasıl sağlayabilirsiniz?
Varlıklarınızı düşünün: Eviniz, arabanız, ev eşyalarınız var mı? Onlar hangi ihtiyacınızı görüyorlar? Onları hangi güzel yanlarını dikkate alarak sevebilirsiniz?
Eğitiminizi düşünün: Neler öğrendiniz. Ne kadar okudunuz? Öğreniminizde güzel olan yanlar nelerdi? Eğitimi nasıl daha çok sevebilirsiniz?
Yaratıcınızı düşünün: Size hangi güzellikleri verdi? Sizi sevdiğini hangi ikramlarından anlıyorsunuz? Onun güzelliğini yarattığı hangi eserlerinden anlıyorsunuz? Yaratıcınızı sevmeyi başardığınızda kainatın sevgilisi olmanız kaçınılmazdır.
Korkularınızı Yok Edin
Korku Nedir ?
Korkularımızdan ördüğümüz kafeslerden ne zaman kurtulacağız? Korkuyu doğuştan getirdik; ama neden korkacağımızı sonradan öğrendik. Bize korkmamamız öğretilseydi korkmayacaktık: Yanlış bilgileri düzeltmenin ve doğru inançlar geliştirmenin zamanı geçmiyor mu? İşin kötüsü korktuklarımızın çoğu sanaldır, gerçek değildir. Gerçek bir tehlikeden korkulmasnı bir ölçüye kadar anlayabiliriz; ama hayali şeylerden duyduğu korku insanı çok gülünçleştiriyor.
Çocukluğumuzdan beri yaşadığımız tecrübelerin birleşimi olarak ruhumuza sinmiş olan korku sinir sistemimizi tahrip eder ve beyin gücümüzü tüketir. Bugün Amerika Birleşik Devletleri toplumunun %40'ında utangaçlıktan kaynaklanan korku ciddi bir performans kaybına yol açmaktadır. Bu oran bizde daha fazla olabilir.
Psikolojik sorunlar ayaklarınıza zincirlenmiş beton yığınlarından daha şiddetli olarak sizi durdururlar. Ayaklarınızdan bağlandığınız yüklerden kurtulabilirsiniz. En azından ayaklarınızı koparır, gövdenizi kurtarırsınız. Ama eğer esaret kalbinizdeyse gerçek bir esarete düşmüş olursunuz. Doktorlar sadece bedeninizde ameliyat yapabilirler, ruhunuzda değil. Ruhunuza dokunabilecek tek doktor eli sizin elinizdir. Kalpsiz yaşayabilir misiniz? Kalbe musallat olan esaret, hayatınızı cehenneme çevirir. Acı çekiyorsanız nedenini kalbinizde aramalısınız.
İlk defa yaptığımız her iş önce heyecan ve korku oluşturur. Korku anında dolaşım sistemi içerisine gerginlikle orantılı olarak aşırı kortizol salgılanır. Bu durum düşünce akışını engeller. Kişi bu anda olumlu duygularını kaybeder. Daha ileri düzeyde elleri ve hatta tüm vücudu titrer. Kalbin çarpması ve kan dolaşımı hızlanır. Davranışların kontrol edilmesi zorlaşır. Bu sorun ileri düzeyde olursa, insan başkalarıyla göz göze gelemez; başı titrer, adeta beyni dış dünyadan kopmuş gibi olur. Korku anında insan kalbinde bir iç endişe akıntısı hisseder. İnsan bir an önce bu durumdan kurtulmak için o ortamdan uzaklaşmak, yapmak istediğini yapmaktan vazgeçmek zorunda kalır. Ayrıca endişe veya korku konuşmacının inandırıcılığı kaybetmesine yol açar.
Bazı insanlarda korku duygusu çok gelişmiştir. Sık sık duyulan bu endişeler gittikçe birbirlerini beslerler ve endişe edebilme yeteneği gelişir: İnsan en küçük bir sorundan bile endişe duymaya başlar. İleri düzeyde korku ve endişe, sinir sistemi için son derece tahrip edicidir.
Tüm başarılı konuşmacılar toplum önüne çıktıklarında mutlaka heyecanlanmışlardır. İstisnasız her insan korku ve endişeyi yenebilir. Ancak bunun için tüm inançlarını yeniden gözden geçirmeli ve bir dizi egzersiz yapılmalıdır. Aşağıda korkunun nedenleri tek tek açıklanmıştır. Bu nedenler varsa bunları yok etmek amacıyla bir sonraki bölümde yine bir dizi alıştırma hazırlanmıştır. Bu alıştırmaların bir kısmını yalnız başınıza gerçekleştirebilirsiniz. Ancak bunları toplum karşısında gerçekleştirirseniz daha hızlı başarırsınız.
Korkunun Nedenleri
Baskı Dolu Çocukluk: Çocukluk ve gençlik döneminde aşırı aile otoritesi, baskı, şiddet, dayak gibi olaylar yaşanabilir. Normalin üzerine çıkarak belli bir süreklilikte devam ettiğinde bu durum kişinin psikolojisinde çok köklü bir içe dönüklük ve cesaretsizlik üretir. Baskı ve şiddet ortamında çocuk kendine güvenini kaybeder. Kişiliği bir yandan tepkici, diğer yandan başkalarına bağımlı gelişir. Sürekli aşağılanan çocuğun alt şuurunda başarısızlık imajı yerleşir. Bu imajı normal şarlar altında özel bir gayret göstermeksizin yok etmek mümkün değildir. eğer bir şekilde yerleşmiş olan aşırı heyecanlarınız varsa köklü değişikliklerle bunları yok etmelisiniz.
Sürekli Stres ve Hastalıklar: Ara sıra yaşanan, şiddetli de olsa, stres ve hastalıkların kalıcı bir olumsuz psikolojik etkisi yoktur. Hatta kısa süreli ve geçici olduklarında bunlar insanın yaşama sevincini ve heyecanını artırabilirler.
Ancak stres (ve stres üreten hastalıklar) hafif de olsa uzun süreli yaşanırsa şöyle bir gelişme olur: Kan dolaşım sistemine devamlı kortizol hormonu salgılanır. Bu salgılama vücudu kısa sürede çöplüğe dönüştürür. Stres vücudu germekte ve saldırıya hazır tutmaktadır. Dolaysıyla bu kirlilik uygun yöntemlerle temizlenmediğinde aşırı baskı altında kalan sinir sistemi yorulur. Bu yorgunluğun aralıksız devam etmesi halinde insan ölüme kadar gidebilir. Vücut bu durum karşısında otomatik bir tedbir alır. Beyin ile vücut arasındaki emir-komuta zinciri zayıflatılır. Çünkü kişi öyle bir düşünce alışkanlığına sahiptir ki bu düşünce gerginlik üretmekte ve vücudu tahrip etmektedir. Bu durumda vücudu ölüme gitmekten kurtarmak için beyin bir anlamda vücudu uyuşturur, vücut gevşer ve rahatlar. Ama bu rahatlama aynı zamanda düşünce akışını da iyice tahrip eder. Bu süreçte düşünce akışı bloke olur, hatırlama iyice zayıflar, unutkanlık kendini gösterir, kişi iç sorunlarıyla iyice bunalır.
Asosyal Bir İş Ortamı: Bazı işler veya iş ortamları vardır ki bunlar yapıları gereği insanları toplumdan uzak tutarlar. Örneğin bilgisayarın sürekli başında oturup iş yapmak durumunda olanlar dış dünyadan büyük ölçüde koparlar. Zihinleri bilgisayar dünyasının kendilerine sunduğu sanal ortama iyice kapılmıştır. Bazı fabrika işleri belli bir tezgahın önüne hapsedebilir. Bu arada geceleri çalışıp gündüzleri uyuyan bekçilerin genellikle konumları da toplumsal olmayan (asosyal) bir yapı taşır. Buna karşın yöneticilik, pazarlamacılık, öğretmenlik ve sunuculuk gibi meslekler kişileri sosyal olmaya zorlar.
İnsanlar kendilerini toplumdan uzaklaştıran işlere hapsettiklerinde beyinleri bu ortama alışır. Değişik insanlarla muhatap olabilme yetenekleri zayıflar. Kavramaları kendi iç referanslarıyla sınırlanır. Topluma açılıp insanlarla konuşmaktan sıkılırlar. Kişilikleri, içine kapanık ve bireysellik ekseninde gelişir. Dolaysıyla toplum önünde söz söylemeleri gerektiğinde büyük bir korku ve heyecan duyarlar. Ancak çeşitli hobiler geliştirerek ek sosyal faaliyetler içerisinde bulunanlar bu kötü gidişi engelleyebilirler.
Başarısızlık İnancı: Yukarıdaki şartların hiç birisi mevcut olmadığı halde insanlar yine de toplum önünde söz söylemekten korkabilirler. Bunun önemli bir nedeni başarısızlık imajının zihinlerine iyice yerleşmesidir. İnsanın her davranışa yüklediği anlam, alt bilincine bir emir olarak gönderilir. Bir işi başarmaya girişen insan her zaman istediği sonucu elde edemeyebilir. Bu herkes için tabiidir. Ama bazı insanlar sonucu elde edemediklerinde hemen başarısız olduklarını düşünürler ve kendilerini suçlarlar. Bu suçlamalar bir çok kez tekrarlanır. Sonuçta insan farkında olmadan kendi alt bilincine "ben başarısızım" hükmünü yerleştirmiş olur. Bu çok sınırlayıcı bir kalıptır. Çünkü insan bir kere bu inancı otomatikleştirdiğinde bu inanç onun hemen her işinde başarısız olmasına yol açar. Neye inanıyorsak beynimiz onu doğrulamak uğurunda amansız gayretler göstermeye devam edecektir.
"Ben başarısızım" inancı alt bilincinde yerleşmiş olan insan "belki bu defa başarabilirim" diyerek harekete geçse de sık sık "ya başaramazsam" endişesini yaşar. Bu endişe dikkatini zayıflatır, zihnini olumsuz sonuçlara yaklaştırır. Bu muhtemel olumsuz sonuçlar dayanma ve direnme azmini azaltır. Kişi kendisini güçsüz hisseder. Bu güçsüzlük ve onun getirdiği tedirginlik kişiyi "vazgeçme" noktasına götürür. Böylece kişi gerçekten de başarısız olur. Toplum karşısında konuşabilme ise cesaret gerektiren bir başarıdır. Başarısızlık inancı cesareti kıracağından kişi toplum karşısında konuşamaz. Başarısızlık ihtimali aklına geldiğinde bile derin bir korku veya endişe yaşar.
Hafızanın kontrol Edilememesi: Çok zayıf bir hafıza kişinin özgüvenini yitirmesinin ve konuşmaktan çekinmesinin en önemli nedenlerindendir. Çünkü konuşmacı huzura çıktığında hafızasının kendisine yardımcı olmayacağını ve ne söyleyeceğini unutabileceğini düşündüğünden konuşmaya cesaret edemez. Esasen hafızası çok zayıf olan insanlar belirgin bir hastalığın işaretini verirler. Çoğunlukla hafıza eksikliği bir hastalığın belirtisi değil zihinsel tembelliğin belirtisidir. Zihinsel tembellik konsantrasyon eksikliğinden kaynaklanır. Konsantrasyon eksikliği ise girginlikten veya stresten kaynaklanır. Dolaysıyla kişi gevşedikçe konsantrasyon yeteneği artar; bu artış hafızanın doğal çalışma ritminin sağlam işlemesine yol açar.
Konuşacağı konu üzerinde yeterince zihinsel ve duygusal olarak yoğunlaşmış bir kişi mutlaka o konu üzerinde söz söyleyebilir. Ancak biz yine de ayrıntılı olmamakla birlikte hafızamızın güçlenmesini ve bize yeterince yardım etmesini sağlayan bazı teknikler üzerinde duracağız. Mükemmel bir hafızaya sahip olmak isteyenler bilmelidirler ki ısrarlı bir çalışma ile kısa sürede arzuladıkları hafızayı geliştirebileceklerini görebilirler.
Korkunun Çözülmesi
Şurası gerçek: Yüzlerce defa binlerce insanın huzurunda konuşmamışsanız her defasında heyecan duyarsınız. Bazan heyecanınız o kadar büyük olur ki sizi zincirlerle kürsüye çıkaramazlar.
Kendinizden emin olun. Korkuyu ve heyecanı çok kolay yeneceksiniz. Eğer bunu gerçekten arzuluyorsanız şimdiden bilin: Toplum önüne çıktığınızda kalbiniz sakin, gözleriniz ışıl ışıl olacak.
Çalışmalarınızı üç ana bölümde oluşturacaksınız. Unutmuyorsunuz. Korkular zihninizde yerleşmiş otomatik programların sonucudur. Ortamı oluştuğunda bu programlar bir plak gibi devreye girmektedir. Plağı bozmaz ve yerine yenisini koymazsanız eskisi çalmaya devam eder. En kötüsü de devamlı çaldığınız plaklar her defasında daha güçlü ve köklü hale gelirler.
Korkularımızı üç temel alanda çalışarak yok edeceğiz. Birinci alan kelimelerle kurulu alandır. Düşüncelerin bir boyutunu kelimeler oluşturur. Korkularımız varsa bunlar kelimelerle örülmüştür. Bu bölümü "Cümle Telkin sistemi"yle çözeceğiz.
Düşüncelerimizin ikinci boyutunu imajlar oluşturur. Kendinizi nasıl canlandırıyorsunuz. Korkudan titreyen bir insan olarak mı? Başı dik, yüzünde tebessüm olan bir cesaret abidesi olarak mı? "İnsan ne düşünüyorsa odur." sözü doğrudur. Bu ifadeyi değiştirelim. İnsan kendini hayalinde en çok nasıl görüyorsa odur. Kendimiz hakkındaki imaj filmlerini değiştirmemiz gerekiyor. Bu çalışma alanını "İmaj telkin Sistemi" olarak adlandıralım. Korkuyu yenmeye çalışırken üçüncü bir boyutu "davranışı" kullanacağız. Kelime veya imajlardan oluşan tüm düşünceler, tekrar edildiklerinde eyleme dönüşürler. Eylem davranıştır, tutumdur. Beynimizdeki kalıpları asıl pekiştiren sergilediğimiz tutumdur. Çünkü düşünce tutuma dönüştüğünde tüm algılarımız devreye girer. Davranırken yaptıklarınızı duyar, görür ve onlara dokunursunuz. Bu bölümde yapacağımız çalışmaları "Tutum telkin Sistemi" kavramıyla ifade edelim. Şimdi gurur verici büyük kişiliğinizi inşa etmeye hazırsınız. bizimle gönü birliği içinde çalışmaya devam ettiğinizde heyecan verici bir hızda nasıl da değiştiğinizi göreceksiniz. Başlıyoruz:
1. Cümle Telkiniyle korkunun yenilmesi
Toplum karşısında söz söylemekten korku ve endişe duymanın devamlılığını sağlayan en önemli faktör inanç sistemidir. Aldığımız her bilgi, yaşadığımız her tecrübe inanç sistemimizi etkiler ve yeniden şekillendirir. Bu bölümde bu inançların başlıcalarını aktarıyoruz. Yanlış inançlar:
-Ben yeterince yetenekli değilim
-Bu işi başaran insanlar benden çok üstün
-Şimdiye kadar hep başarısız oldum
-Başkaları varken bu işi yapmak bana düşmez
Bu temel inançlar sizde az veya çok bulunabilir. Herkes için bunlar kesinlikle asılsız inançlardır. Ancak ne yazık ki insanların çoğunluğu bu asılsız inançları edindiklerinden hayatları hep sönük geçmeye mahkum edilmiştir. Dikkat edelim: İnançlar her zaman kendilerini doğrularlar. Neye inanıyorsak, maddi manevi tüm güçler bizi doğrulamak için çalışırlar. Şimdi yukarıdaki inançların neden doğru olmadığını anlatacağız. Lütfen bu açıklamaları tekrar tekrar okuyunuz. Bu açıklamaları ezberleseniz bile fırsat buldukça okumaya devam ediniz. Burada amaçlanan sadece öğrenmeniz değildir. Temel amaç doğru inancın alt bilincinize kilitlenmesinin sağlanmasıdır. Zira inançlarınız kendinize defalarca söylediğiniz sözlerdir. Şimdi doğru sözleri kendinize söyleyerek doğru inançları yerleştirmeniz gerekmektedir. Bu açıklamaları yeterince okur ve anlatılanları fırsat buldukça düşünmeye devam ederseniz bir ay içinde yeni inançlarınız alt şuurunuza kaydolacaktır. Daha hızlı değişmek istiyorsanız, tele-terapi kasetlerinde anlatılan sistemi her gün kullanmalısınız.
Cümle telkin sistemine göre alt şuurumuzu hızla yapılandıracak yeni cümle emirleri vereceğiz. Alt şuurumuzdaki kalıplar zaten bu tür cümle emirlerinden oluşmuştu. Emirlerin güçlü bir şekilde yerleşmesi için belli özelikler taşıması gerekir. Bu özellikleri sıralayalım:
1. Derin Gevşeyin: Tüm kas sistemlerinizi gevşetmelisiniz. Seminer ortamında sunucunuz derin gevşemeyi size gösterecektir. Ne kadar derin gevşeyebilirseniz emirleriniz o kadar derin ve kalıcı yerleşir.
2. Cümle Yapısını düzenleyin: Cümle yapısı yeterince basit olmalıdır. Kısa cümleler kurmalısınız. Cümle sadece şimdiki zaman kipinde olmalıdır. Alt şuur geçmiş veya gelecek zaman kipinde söylenen sözleri, geçmiş veya gelecek zaman için dikkate alır. Geçmiş hep geçmiştir ve gelecek de hep gelecektir. Alt şuur olumsuz emirleri anlamaz veya tersinden anlar Sadece olumlu emirleri anlar.
3. Gelişme Sürekliliğine dikkat edin: Cümle yapısı gelişmenin sürekliliğini ve tekamülü içermelidir. Her hangi bir olayın tekrarına bağlı olarak daha iyi olma durumu ifade edilmelidir. Buna göre aşağıdaki telkin cümlelerini eleştirelim:
--Ben başarılı olmak isteyen bir insan olarak her gün gelişiyor, mükemmelleşmeye adım adım ve süratle ilerliyorum. (Cümle çok uzun, emir kayboluyor.)
--Sigara içmiyorum. (Zaman kipi doğru, ama cümle olumsuz.)
--Çok ders çalışacağım. (Gelişme bağı yok. Gelecek zaman hatası var. Asırlar geçse de alt şuur emri hep geleceğe atar.)
--Her gün ve her nefeste daha çok gülümsüyorum. (Uzunluk yeterli. Şimdiki zaman doğru kullanılmış. Gelişme her güne ve her nefese bağlanmış. İşte en iyi cümle telkin biçimi budur. "Her sabah daha dinç uyanıyorum." deyin.