MUCİZELERE İNANIYORUM !
İnsan doğumundan ölümüne kadar geçen zamanda, hayatın birçok güzelliklerini yaşadığı gibi umutsuzluklarını, çaresizliklerini de yaşıyor. Dünyayı ayakta tutan hala güzel düşüncelere sahip, büyük sevgileri yaşayabilen fedakâr insanların olması diye düşünüyorum. Kim bilir herşeyin bittiğini düşündüğümüz anda gelen iyi bir haber, belki bir mucize denecek kadar güzel bir gelişmenin olması, işte o anda sihirli bir el hayatın güzel yüzünü yeniden bize gösterebiliyor. Bütün zorluklarına rağmen bu dünyada mucizelerde var ve yaşanıyor.
Bir kadının hayat arkadaşını kaybettiğinde yaşadığı yalnızlığı, oturma odasındaki lambanın aniden patlayıp, ışıklarının sönüp, odanın ani bir karanlığa gömülmesine benzetiyorum. İnsan kalkıp yolunu bulmaya çalıştığında; birçok eşyaya çarpıp canı yanarken, karanlıktan çıkmak bir hayli zaman alır. Karanlıktan kurtulmaya çalışırken, sağlığının da oynadığı kötü bir oyun, hayatın bütün acımasız yüzünü göstermeye başlar. Hemodiyaliz hastalarının hayatlarında, kronik böbrek yetmezliği yüzünden çektiği sıkıntıları, hemşireleri ve doktorları olarak el ele verip çözmeye çalışıyoruz.
Peki, bu uzun soluklu hastalık yaşanırken aynı farkındalık hasta yakınları tarafından da biliniyor veya görülüyor mu? Şimdi anlatacağım hayat hikâyesini okuduğunuzda bunun önemini daha iyi anlayacaksınız. Çoğu hemodiyaliz hastası, biz sağlıklı insanlar gibi, özel hayatlarında sorumluklarını sırtlarına alıp yollarına devam ediyorlar. O da işte bu yüzden, benim bu hayatta tanıdığım en güçlü kadınlardan biriydi. Kırk yaşlarında eşini erken yaşta kaybetmiş, eşinden kalan emekli maaşıyla geçinen bir kadındı ve kız çocuğuyla yaşıyordu. Dört kardeşi ve bir de yatalak annesi vardı. Dört kardeş annelerine sırayla bakıyorlardı. Annesinin onda kaldığı zamanlarda, hemodiyalize geldiği günler daha bir yorgun oluyordu. Kolay değildi, tabii ki roller değişmişti. Bebeği gibi bakıyordu annesine. Bir zamanlar annesinin ona baktığı, koruduğu, kolladığı gibi, bıkmadan usanmadan bir of bile demeden.
Bazen dertleşirdik, ben kızardım kardeşlerine, «senin durumunun farkında değiller mi» diye sorardım, tebessüm eder, başını önüne eğerdi. Hayatın kendine ait dertleri yetmezmiş gibi, onu tanıdığım günden beri hep damaryoluyla ilgili problemler yaşıyordu. Sık sık fistül, greft ve kataterleri sorunlar çıkarıyor ve tıkanıyordu. Bir taraftan evlatlık görevi, bir taraftan hastalığın bu zor yüzü, onun dönem dönem psikolojisinin bozulmasına neden oluyordu. Yıllar onun için böyle zorlu geçerken bir gün gözleri nemli geldi diyalize ve annesinin vefat ettiğini söyledi. Ne kadar güzel bir sevgidir ki bu, kendine ait dertlerini bir kenara atıp, sevdiğinin derdine ortak olabilmek, son zamanlarında onu memnun edebilmek, son görevini bu hasta haliyle bile olsa yerine getirebilmek, ne büyük bir gururdu. Kendine ait dertlerini unutmak istese de; sık sık sinyal veren damaryolu problemleri, onu iyice zorlamaya başlamıştı. Hastanelerde uzun uğraşlar veriliyor, her takılan kataterin arkasından gittiği doktor artık damarların çok yıprandı diye onu uyarıyordu. Bir gün kalp damar cerrahlarından biri durumunun kritik olduğunu, ona acil nakil listesi için başvurmasının zorunlu olduğunu anlatmıştı.
Çok da ikna olmadan hastaneden çıkmış, kendisine sunulan bu çareyi bizimle paylaşmıştı. Ona şansını denemesini tavsiye ettik. Pek ikna olmamıştı, çünkü umutsuzdu, denemekten ne kaybedersin diyorduk ama psikolojisi alt üst olmuştu. Türkiye’de acil nakil listesine girmek için ne kadar uğraşılması gerektiğine, ben bu hastamla tanık oldum. Bu durumda olan bir hastanın, bitmek bilmeyen prosedürlerle uğraşması hiç te kolay değildi. Bu arada takılan kataterler, bir sonraki hemodiyaliz seansında bile verimli çalışmıyordu. O ise bir sona yaklaştığını düşünüyor ve umudunu kaybediyordu. Bir gün servis şoförü evine onu almaya gittiğinde diyalize gelmek istemediğini söylemiş. Telefonla aradığımda artık yaşamak istemediğini ve diyalize gelmeyeceğini söylerken çaresizlikten olsa gerek ağlıyordu, yaşamaktan vazgeçmiş bir hali vardı. Geçer diye düşündüysem de; günler geçtikçe, ne kadar kararlı olduğunu anlıyordum. Çaresiz kalıp kızıyla konuştum, annesinin durumunun ne kadar ciddi olduğunu anlattım, ama nafile, o da annesini diyalize gitmeye ikna edememişti. Artık onun yaşaması bir mucizeye bağlıydı. Tabii ki vücudu ruhu kadar dayanamamıştı bu duruma. Diyalizsiz geçen on beş günün sonunda, bilincini kaybedip, hastaneye kaldırılmıştı.
Bundan bir kaç gün sonra hastane odasında sonra gözlerini açtığında, artık çalışan bir böbreği vardı. Bu bir rüya mıydı, yoksa bir mucize miydi. Onun diyalize girmediği günlerde, evraklarını tamamlanmış ve acil böbrek nakli listesine alınmıştı. O akşam trafik kazası geçirip, melek olan bir insanın yakınları, merhumun organlarını bağışlamıştı. Şimdi kızının üniversiteyi kazanması hayaliyle hayata umutla bakıyor ve bu hayatta mucizelerin olduğuna inanıyor. Çünkü onun hayatta olması bir mucize.
Hatice Gök Başhemşire Özel Derince Diyaliz Merkezi