MESCİT-İ AKSA
Davut iyiden iyi taşla Mescid-i Aksa’yı yapmaya niyetlendi, bu niyetle daraldı, bu işe girişmeyi iyice kurdu. Tanrı, “Bu işten vazgeç... bu mescidi sen yapamazsın. Ey seçilmiş kişi, Mescid-i Aksa’yı senin yapmanı biz takdir etmedik” diye kendisine vahiy etti.
Davut “Ey sırları bilen Tanrı, suçum nedir? Neden mescidi yapma diyorsun bana?” dedi. Tanrı dedi ki: “Suçsuzsun, suçun yok ama kanlara girmişsin... mazlumların kanlarını boynuna almışsın! Senin sesinden sayısız halk can verdi; sayısız halk, ona av oldu! Sesin bir hayli kana girmiş, canlar yakan güzel nağmelerin bir hayli adamı canından etmiştir!”
Davut dedi ki: “Senin mağlubundum, senin sarhoşundum... elim, senin kuvvet ve kudretinle bağlıydı. Padişah mağlup olana acınmaz mı? Mağlup, adeta yok demek değil midir?
Tanrı buyurdu ki: Bu mağlup, öyle bir yoktur ki vara nispetle zahiren yok olmuş değildir, iyice anlayın bunu! Bu çeşit yok olan, kendinden geçmiş, var olanların en iyisi, en ulusu olmuştur.
O, Tanrı sıfatlarına nispetle yoktur... fakat hakikatte ona yoklukta bir varlık vardır. Bütün ruhlar onun tedbirindedir... bütün cesetler onun hükmündedir. Bizim lutfumuza mağlup olan iradesiz, ihtiyarsız ve aciz kalmış değildir; o, bizim sevgimizde ihtiyar sahibi olmuştur.
Zaten ihtiyar ve iradenin sonu da budur, yani insanın mevhum irade ve ihtiyarının bu makamda yok oluşudur. Zaten nihayet o, mevhum varlıktan mahvolmasaydı hiçbir ihtiyar ve iradeden lezzet alamaz, zevk bulamazdı.
Dünyada ister yenecek lokma olsun, ister içilecek bir şey... onun lezzeti, lezzetten kesilmesinin fer’idir. (İnsan, yediği, içtiği şeylerin lezzetini kaybetmedikçe yiyeceği ve içeceği şeylerden lezzet alamaz. Maddi lezzetlerden kesilmedikçe manevi lezzeti bulamaz) Lezzetten geçen gerçi bütün lezzetlere aldırış etmez bir hale gelir ama hakikatte kendisi lezzet kesilir, lezzetten hiç ayrılmaz olur!
Bu iş senin zorunla, senin kuvvetinle olmayacak ama o mescidi, oğlun yapacak! Ey hikmet sahibi, onun yaptığı senin yaptığındır... evveline evvel olmayan bir zamandan beri inananlar, birbirlerinin aynıdır, birdir onlar! İnananlar sayılıdır, çoktur ama iman birdir... cisimleri çoktur ama canları tektir.
İnsanda öküzün, eşeğin anlayışından ve canından başka bir akıl, başka bir can vardır. O deme erişen, o makamda Tanrı velisi olan kişide de, insandaki candan, akıldan başka ve ayrı bir can ve akıl vardır. Hayvani canlarda birlik yoktur... bu birliği rüzgarın ruhunda arama!
Bu hayvani can, ekmek yese insani ruhun karnı doymaz; bu yük çekse o, sıkıntı çekmez! Hatta onun ölümüyle bu hayvani ruh, neşelenir, sevinir... insani ruhun bir şey elde ettiğini görünce de hasedinden ölür!
Kurtların, köpeklerin canı, hep ayrı ayrıdır. Bir olan Tanrı aslanlarının canlarıdır. Canları diye cemi sırasıyla söyledim... çünkü o bir tek can, cisme nispetle yüz olur! Gökteki bir tek güneşin bir tek nuru da ev içlerine vurunca yüzlerce nur olur ya!
Fakat ortadan duvarları kaldırdın mı hepsinin de nuru bir olur. Evlerin temelleri kalmadı mı müminler bir tek insana döner, bu sır meydana çıkar. Bu sözden farklar belirir, müşküller doğar... çünkü hakikatte buna benzemez bu iş ki; bu bir misaldir.
Aslanla yiğit bir Ademoğlu arasında sonsuz farklar vardır. Fakat ey hoş gün gören kişi misal getirildiği zaman aradaki birlik, yiğitlik ve canla başla oynama bakımındandır. Çünkü o yiğit, her bakımdan aslanın misli değildir, nihayet yiğitlik bakımından aslana benzer.
Bu alemde her bakımdan bir olan bir nakış, bir suret yoktur ki sana mislini göstereyim. Aklı şaşkınlıktan kurtarayım diye yine nakış bir misale el atayım: Geceleyin her eve bir kandil, bir mum korlar ve onun ışığıyla karanlıktan kurtulurlar ya...O kandil, bu tene benzer, nuru da cana.
Kandil, fitile, şuna buna muhtaçtır. Bu duyguların o altı fitilli kandili, umumiyetle uykuya, yemeye, içmeye dayanır... o kandilin temeli, bunlardır. Yiyip içmeden, yatıp uyumadan yarım nefeslik bir zaman bile yaşayamaz... fakat yiyip yatmakla da yaşayamaz! Fitili, yağı olmadıkça bakası yoktur; fakat fitille, yağla da vefası yoktur.
Çünkü sebebe bağlı olan, sebepsiz meydana gelmeyen ışığı, ölümü arar durur... nasıl yaşayabilir ki aydın gün, onun ölümüdür. İnsanın bütün duygularının da bakası yoktur... zira mahşer günü, hepsi de yok olur gider!
Fakat atalarımızın duygu ve can ışığı, tamamı ile de ot gibi bitip ot gibi yitmez... tamamı ile fani olmamıştır. Yalnız güneşin nurunda yıldızların nuru ve ay ışığı mahvolur ve görünmez! Pirenin ısırmasından meydana gelen yanış, dert ve zahmet, yılan ısırınca mahvolur ya!
Çıplak adam arıların sokmasından kurtulmak için suya atlar ya! Arılar adamın tepesinde dolaşır dururlar... başını bir çıkardı mı hiç affetmezler, hemen sokarlar! Tanrı’yı anış sudur, zamanede şu kadının, bu erkeğin anılışı da arı!
Tanrı’yı anış suyuna dal, nefesini tut, sabret de eski düşüncelerden, vesveselerden kurtul! Ondan sonra da sen, tepeden tırnağa kadar o arı duru suyun tabiatına bürünürsün... Öyle bir hale gelirsin ki o kötü arı, sudan nasıl kaçar, çekinirse senden de öyle kaçar, öyle çekinir!
Sonra dilersen sudan uzaklaş... içten suyun tabiatına sahip olursun, hakikatte ondan ayrılmamış sayılırsın! Dünyadan geçen kişilerde yok olmamışlar, fakat Tanrı sıfatlarına bürünmüşlerdir. Onların sıfatları, Hak sıfatlarına karşı, güneşin karşısındaki yıldızlara dönmüştür.
A inatçı Kuran’dan buna delil istiyorsan oku: “Onların hepsi huzurumuzdadır!” Haklarında “Huzurumuzdadır” denenler yok olamazlar, iyi dikkat et de ruhların bakasını iyice anlayasın! Bakadan mahcup olan ruh azaptadır, Tanrı’ya vasıl olan ruhsa baka aleminde hicaplardan kurtulmuş bir haldedir.
İşte bu hayvani duygu kandilinden ne murat edilmişse, bu kandilin hakikati neyse sana söyledim... kendine gel de sakın bu hayvani duyguyla ruh arasında bir birlik tasavvur etme! Çabuk, ruhunu, yolcuların kutlu ruhlarına ulaştır!
Yüz tane kandilin olsa ister sönsünler, ister yansınlar, değil mi ki hepsi ayrı ayrıdır... bir olamazlar! İşte bu yüzden bizim ashabımız, hep savaştadır... fakat peygamberlerin birbirleriyle savaştıklarını kimsecikler duymamıştır.
Çünkü peygamberlerin nurları güneştir; duygu ışığımızsa kandil, mum ve is! Biri söner, öbürü gündüze kadar kalır... biri yanıp erir, öbürü parlar durur! Hayvani can gıda ile dirilir...her iyi kötü şeyle de ölüverir! Fakat bu kandil söndü, ortadan kalktı mı komşunun evi neden karanlık kalsın?
Madem ki o evin ışığı, bunun ışığı olmaksızın da duruyor... şu halde her evin duygu ışığı ayrı ayrıdır. Bu hayvani canın misalidir... Rabbani canın değil! Gece Hindusundan ay doğdu mu ışığı, her pencereden vurur, her tarafı aydınlatır!
O yüzlerce evin ışığını sen, bir say... çünkü ay battı mı bu evin sönüp öbürününki kalmaz. Parlak güneş tan yerinde durdukça ışığı her eve konuk olur. Fakat can güneşi battı mı bütün evlerin nuru kaybolur, gidiverir! Bu söz nurun misalidir, misli değil... sana doğru yolu gösterir, düşmanın da yolunu vurur!
O münkir, o kötü huylu, örümcek gibi kokmuş ağlar kurar... Tükürüğü ile nura perde gerer; fakat kendi anlayış gözünü kör eder. Atın boynunu tutarsa murat alır, maksadına erişir... fakat ayağını yakalarsa tekmeyi yer!
Gemsiz ve serkeş ata pek yaklaşma... kendine aklı ve dini kılavuz et, onlara uy vesselam! Bu azmini sakın hor görme, ehemmiyetsiz sanma... bu yolda sabır lazım, çekilecek mihnetlere tahammül gerek!
Süleyman, Kabe gibi temiz, Mina gibi yüce olan o yapıya başladı. Yapısında tekellüflerde bulundu... öbür yapılar gibi rasgele ve değersiz ve değersiz bir yapı değildi o! Yapı için dağdan kesilen her taş, apaçık “Önce beni götürün” derdi.
Adem’in yoğrulduğu su ve toprak gibi o yapının her kerpicinden nur parladı. Taş, hammalsız geliyordu... o kapı, o duvarlar, adeta canlıydı. Tanrı daima der ki: Cennetin duvarları, bu duvarlar gibi cansız ve çirkin değildir.
Ten kapısı, ten duvarı gibi uyanıktır... cennet evi de diridir; çünkü padişahlar padişahına mensuptur orası! Ağaç da cennet ehliyle konuşur, söz söyler, meyve de, akan duru sular da! Çünkü cenneti aletle yapmamışlardır ki... orası amellerden, niyetlerden yapılmadır. Bu yapı ölü sudan, ölü topraktan yapılmıştır; o yapı diri ibadetlerle kurulmuştur. Bu aslına benzer, dağınıklıklarla doludur... o da aslı olan ilme, amele benzer!
Oradaki taht da, köşk de, taç da, elbise de cennet ehline sorular sorar, cevaplar verir! Döşemesi, döşeyen olmaksızın döşenmiştir... o ev, süpürgesiz süpürülmüş, temizlenmiştir! Gönül evine bak! Gamla tozlandı mı süpürgeci olmaksızın tövbeyle süpürülür, arınır.
O yurdun tahtı, kimse taşıyıp götürmeksizin gider yürür... kapı halkası da güzel seslerle şarkılar söyler, çalgılar çalar, kapı da!
Gönülde de o ebediyet yurdu olan cennetin diriliği var... fakat ne fayda, dilime gelmiyor ki, söyleyemiyorum ki! Süleyman her sabah çağı halkı irşad için mescide girdi mi, Gah sözle, gah nameyle, sazla gah işle, yani rüku ederek, yahut namaz kılarak halka öğüt verirdi.
İşle olan öğüt, halkı daha ziyade çeker... çünkü bu öğüdü sağırların bile can kulakları duyar! Sonra bu öğüt de emirlik vehmi de az olur... bu yüzden halka adamakıllı tesir eder!
Mesnevi'den Hikayeler alıntı