*
Kayseri Engelliler Derneği Telefon 0533 392 33 88

Kayseri Engelliler Derneği Telefon 0533 392 33 88

Gönderen Konu: HZ.MUSA'NIN TANRIYA SORUSU  (Okunma sayısı 1671 defa)

Çevrimdışı melleseferi

  • öMeR
  • Administrator
  • Hero Member
  • *****
  • İleti: 18908
  • SiTe YöNeTiCiSi
    • www.kayseriengellilerdernegi.com
HZ.MUSA'NIN TANRIYA SORUSU
« : Ocak 15, 2012, 08:50:31 ÖÖ »
  HZ.MUSA'NIN TANRIYA SORUSU

Musa dedi ki: Ey soru hesap gününün sahibi Tanrı, yapıp düzdün, neden yine bozar yıkarsın? Cana, canlar katan erler, dişiler yaratırsın... sonra bunları yıkar, mahvedersin; neden?
Tanrı dedi ki: Bu suali inkar yüzünden, yahut gafletle ve nefsine uyarak sormuyorsun, biliyorum. Yoksa hoş görmez, gazap eder, bu soru yüzünden seni incitirdim. Fakat bizim işlerimizdeki hikmetleri, varlık sırlarını araştırıyorsun... bunu bilip sonra da halka bildirmek ve her ham kişiyi bu suretle olgunlaştırmak istiyorsun. Sen bunu biliyorsun ama halka da bildirmek için sormaktasın.

Çünkü bu sual yarı bilgidir. Hiç bilmeyen, bu bilgiden dışarıda kalan bu soruyu soramaz. Sual de bilgiden doğar, cevap da... nitekim diken de toprakla sudan biter, gül de!

Hem sapıklık bilgiden olur, hem doğru yolu buluş... nitekim acı da rutubetten hasıl olur, tatlı da! Bu nefret ve sevgi, aşinalıktan gelir... hastalık da iyi gıdadan olur, kuvvet de!

Tanrı Kelim’i de, acemilere bu sırrı bildirmek, onları faydalandırmak için kendini acemi yaptı. Bizde kendimizi ondan daha acemi yapalım da bilmez gibi cevabını dinleyelim. Eşek satanlar, o satışın anahtarını elde etmek için birbirlerine adeta düşman olurlar, çekişir dururlar.

Tanrı buyurdu ki: Ey akıl sahibi Musa, madem ki sordun gel de cevabını duy.

Ey Musa, yere bir tohum ek de bunun sırrını anla, insafa gel! Musa tohum ekti, ekin bitti, kemale gelip başaklandı, güzelce, düzgünce yetişti... Orağı alıp biçmeye başladı. Gaybtan kulağına bir ses geldi:

Neden ekiyor, besliyorsun da kemale gelince kesiyor, biçiyorsun? Musa dedi ki: Yarabbi, burada tane de var saman da... onun için kesiyorum. Çünkü tanenin saman ambarına konması layık değil... saman da buğday ambarına konursa yazık olur! Bu ikisini karıştırmak hikmete uygun olamaz. Mutlaka eklerken ayıt etmek lazım.

Tanrı dedi ki: Bu bilgiyi sen kimden aldın da bir harman meydana getiriyorsun? Musa Tanrın bana bu temyizi sen verdin dedi... Tanrı dedi ki: Öyleyse bende nasıl olur da temyiz olmaz? Halk arasında temiz ruhlar da var, topraklara bulanmış kara ruhlar da. Bu sedeflerin hepsi bir değil... birisinde inci var, öbüründe boncuk! Buğdayları samandan ayırmak nasıl lazımsa bu iyiyi de kötüyü de ayırmak vacip. Bu alem halkı, hikmet hazineleri gizli kalmasın, meydana çıksın diye yaratılmıştır.

Ben bir hazineydim dedi Tanrı, hem de gizli... bunu duyda cevherini kaybetme, meydana çıkar!

Ayran içinde yağ nasıl gizliyse, doğruluk cevherinde yalan da gizlidir. O yalanın, şu fani tendir... doğrun da Tanrıya mensup olan can! yıllardır şu ten ayranı meydandadır da can yağı onda fani ve değersiz bir hale gelmiştir.

Nihayet Tanrı, bir elçi kulunu, ayranı yayığa koyup döven birisini gönderir de, bende bir ben gizli olduğunu bileyim diye sıfatla hünerle o yayığı döver. Yahut da zatından adeta bir cüz olan bir kulunun sözünü izhar eder de o söz, vahiy arayan kişinin kulağına girer.

Müminin kulağı, vahyimizi kavrar, beller... öyle kulak, insanı Hakk’a davet edenin eşidir, arkadaşıdır. Adeta çocuğun kulağına benzer; anasının sözleriyle dolar da söze başlar, konuşur. Çocukta anlayan bir kulak olmazsa anasının sözünü duymaz, dilsiz olur.

Anadan doğma sağır, daima dilsizdir de... söyleyen kişi, sözü önce anasından duymuştur. Bil ki sağır ve dilsizin kulağı, afetlerden bir afettir... ne söz dinlemeye kabiliyeti vardır, ne de bellemeye. Belletilmeden söyleyen Tanrıdır, çünkü onun sıfatları, sebeplerden ayrıdır. Yahut Adem gibi ana ve dadı hicabı olmaksızın Tanrı telkini ile söyler. Yahut da Tanrı belletmesiyle Mesih gibi doğar doğmaz konuşur. Doğuşundaki zina ve fesat töhmetlerini ret etmek, zinadan doğmadığını anlatmak için dile gelir.

Çalışmada bir hareket gerek ki ayran, gönüldeki yağdan ayrılsın. Yağ, ayran içinde adeta yok gibidir de ayran, varlık alemine bayrak dikmiştir. Sen de var olarak görünen deriden ibarettir... fani görünen yok mu? Asıl var olan odur işte! Yağlanmamış, eskimemiş ayranın varsa dövüp yağını çıkarmadıkça sakın harcama!

Hemen onu bilgiyle elden ele alarak döndüre dur da gizlendiğini meydana çıkarsın. Çünkü bu fani ola şey, bakinin delilidir... nitekim sarhoşların yalvarmaları da sakiye delildir!

 

Bayraklardaki aslanların hareketi, gizli bir yelin varlığından haber verir. Yeller esmeseydi ölü aslan havada nasıl olur da hareket ederdi?

Aslanın hareketlerinden rüzgarın sabah yeli, yahut cenup rüzgarı olduğunu anlarsın... bu hareket, o gizli rüzgarı anlatır. Şu beden de bayraktaki aslana benzer... düşünce onu her an oynatır durur! Doğudan gelen düşünce sabah yelidir... batıdan gelen ufunetli cenup yeli! Bu düşünce yelinin doğuşu, başka doğudur... bu düşünce yelinin batısı, o yandadır! Ay cansızdır, doğusu da cansız... fakat gönlün doğusu canlar canının canıdır!

Gündüzün doğan şu güneş yok mu... iç alemini aydınlatan güneşin doğuşundan bir kabuktur, onun bir aksidir ancak! Çünkü ten, can yalımı olmadı mı ölür gider... artık onca ne gündüz vardır, ne gece! Beden olmaz, fakat ruh olursa gece ve gündüz bakidir, düzenlidir. Nitekim göz, rüyada ay ve güneş olmadığı halde ayı da görür, güneşi de!

Arkadaş uykumuz ölümün kardeşidir... bu kardeşe bak o kardeşi anla! Sana, rüya ölümün fer’idir derlerse sakın ha, hakikatine erişmedikçe bu sözü dinleme! Ruhun uykuda öyle şeyler görür ki yirmi yıl uyanık kalsan onları göremezsin!

Rüyanı tabir ettirmek için bir hayli zaman bilgiç padişahlara koşar, şu rüyanın tabiri nedir diye sorarsın... böyle bir sırra fer’i demek köpekliktir! Bu söylediğimiz rüya, alelade halkın gördüğü rüyadır... Tanrıya yaklaşmış erlerin rüyası ile Tanrı seçmesinin, Tanrı yakınlığının ta kendisidir.

Fil gerektir ki uyuyunca rüyasında Hindistan’ı görsün! Eşek, hiç Hindistan’ı rüyada görmez... çünkü Hindistan’dan ayrılmamış, gurbete düşmemiştir ki! Fil gibi adam akıllı bir can gerek ki uykusunda iştiyakla Hindistan’a gitsin! Fil Hindistan’ı arar, ister... o yüzden bu istek bu anış geceleyin bir surete bürünüp ona görünür.

“Tanrıyı anın” emrine uymak, bir herzevekilin işi değil... “Tanrına dön “ emrine uymak, her kalleşin ayağının harcı değil. Fakat sen meyus olma; file benze! Fil değilsen bile fil olmaya çalış. Alemdeki kimyagerlere bak... her an sırça üzerine resim yapanların seslerini duy! Onlar gök boşluğuna suretler düzerler... benim için senin için işler yaparlar!

Ey tavuk karasına uğramış adam! Yeni yakası misler kokan erleri görmüyorsan şu sana dokunan şeyleri gör bari! Toprağından her an yeniden yeniye otlar biter; onları gör... her an anlayışına yeni bir şey dokunur; onlara bak!

İbrahim Ethem de rüyada hicapsız olarak bütün gönül Hindistan’ını gördü de, zincirlerini kırdı; memleketi birbirine geçirdi, gözlerden kayboldu! Şu iş Hindistan’ı görmenin nişanesidir... insan, uykusundan sıçrayıp uyanır, deli divane olur.

Bütün tedbirlerin başına toprak saçar... zincirlerin halkalarını kırar geçer! Peygamberin nuru anlatılırken gönüllerdeki nişanesini söylediği gibi hani...

Dedi ki: Nur, kalbe girdi mi nişanesi şudur: İnsan bu yalan yurttan uzaklaşır, neşeler yurdu olan ahiretten de geçer!

Ey temiz dost, Mustafa’nın bu hadisini anlatmak için bir hikaye söyleyeceğiz, dinle.

Bir padişahın yiğit bir oğlu vardı... zahiri de hünerlerle bezenmişti, batını da. Bir gece rüyasında çocuğunun ansızın öldüğünü gördü. Padişaha alemin arılığı tortulu bir hal oldu. Yanışının tesiri ile gözyaşları bile kurudu, ağlamaya bile iktidarı kalmadı. Öyle dertlendi, öyle kederlendi ki ah etmeye bile mecali kesildi!

Ölüm isteği ile cesedi, iş görmez bir hal aldı... neyse eceli gelmemiş, ömrü varmış; uykudan uyandı. Bu sefer de uyanınca öyle bir sevindi ki ömründe öyle bir sevinç görmemişti. Sevinçten ölecekti adeta... canı ile bedeni sanki ölümle dirim arasında tomruğa vurulmuştu! Bu ışık gam soluğu ile de söner, neşe soluğu ile de... işte sana bir alay, işte sana bir eğlence! O, bu iki ölüm arasında diridir... bu tomruğa vurulmuş olduğu halde gülünecek bir şey!

Padişah kendi kendine dedi ki: bu neşeye sebep, o gamdı; Tanrı sebep ihsan etti, sevindim. Ne şaşılacak şey! Bir hadise bir yönden ölüm, öbür yönden dirim ve sevinç. Şu bir yönden tatlıdır, zevk vericidir. Diğer bir yönden de öldürücü, azap vericidir. Ten sevinci dünyaya mensup olana göre yücelik... fakat ahiret gününe göre noksan ve zeval!

Düş yorucu rüyada gülmeyi ağlamaya, hayıflamaya, kederlenmeye yorar. Ağlamayı da sevince, feraha verir ey şen, esen kişi!

Padişah, bu gam geçti gitti ama can, bu çeşit şeylerden kötü şüphelere düşer diye düşünceye daldı. Gül gider de dedi, ayağıma böyle bir diken batarsa hiç olmazsa ondan bana bir yadigar kalmalı! Yokluğa sayısız, sonsuz sebepler var... hangi yolu kapayalım ki? Isırıcı ölüme yüzlerce pencere var, yüzlerce kapı var... açılırken her biri cik cik etmekte!

O ölüm kapılarının acı cik ciklerini haris kişinin kulağı, mal ve mülk hırsından duymaz. Bir taraftan bedenin dertleri, kapıların sesi... bir taraftan düşmanların cefası kapıların sesi.

Canım efendim, hele bir tıp fihristini oku hastalıların yalımlı ateşini gör! Bütün o alillerden bu eve yol var... her iki adımda akreplerle dolu bir kuyu var!

Rüzgar şiddetli, ışığım sönmek üzere... çabuk davranayım da onun ışığından bir ışık daha uyandırayım. Bari bu ikisinden biri kalsın da yel, ışığın birini söndürürse onunla eğleneyim. Arifler gibi hani... arif de bu noksan beden kendiliğinden kurtulmak için gönül kandilini yakar da günün birinde ansızın bu kandil sönerse onun yerine can kandilini koyayım der.

Padişah bu işi anlamadı da aldandı... fani kandilin yerine başka bir fani kandile kapıldı!

Padişah bunun üzerine, evlensin de soyu sopu üresin diye şehzadeye bir kız almak istedi. Bu doğan, tekrar yokluk alemine yüz tutarsa o doğanın yerini yine bir doğan tutsun...

Bu doğanın sureti, eğer şu alemden giderse manası, oğlunda baki kalsın dedi. Onun için o uyanık padişah, Mustafa “Çocuk babanın sırrıdır” buyurdu. İşte bu yüzden bütün halk, sevgilerden çocuklarına sanat öğretirler de, onların kalıpları gözden gizlenince o manalar alemde baki kalsın derler.

Tanrı, hikmetiyle istidat sahibi olan her küçük çocuğun doğru yolu bulması için onların hırsına bir ciddiyet vermiştir.

Ben de kendi soyumun devamı için oğluma mezhebi meşrebi iyi bir kız alacağım. Fakat alacağım kızın kötü bir padişahın soyundan değil, temiz bir kişinin soyundan bir kız olmasını isterim.

Padişah, zaten bu temiz kişidir... hür olan da odur... ne şehvetin esiridir, ne boğazının. Fakat halk, aksine olarak esirlere padişah adını taktılar... Zenciye Kâfur adı takıldığı gibi hani! Kanlar içen çöle kurtuluş yeri, bayağı, nekes ve kutsuz kişiye kutlu adını verirler ya!

Şehvet, kızgınlık ve istek esirine bey, yahut “Sadr ecel – en ulu vezir” dediler. O ecel esirlerine halk, şehirlerde beyler ve “Emirani ecel – Ulu beyler” adını taktılar. Canı, ayakkabıcıların safında alçalmış, yani mevkiye mala kapılıp kalmış olma “Sadr – Ulu ve baş köşeye geçen vezir” derler.

Padişah bu zaidi seçince bu haber, kadınların kulağına vardı! Şehzadenin anası, aklının noksan oluşundan itiraz ederek dedi ki: Evlenmede gerek akıl, gerek nakil, eşit olmayı şart koşmuştur. Halbuki sen nekesliğinden, cimriliğinden kurnazlık ederek oğlumuzu bir yoksulla akraba yapıyorsun?

Padişah dedi ki: Temiz bir kişiye yoksul demek hatadır... çünkü onun kalbi ganidir ve bu da Tanrı vergisidir. Böyle adam, takvasında kanaat bucağına kaçar, yoksul gibi nekesliğinden, tembelliğinden değil!

Kanaattan meydana gelen darlık, takvadandır... bu, aşağılık kişilerin yokluğundan, darlığından apayrı bir şeydir. Nekes, bir habbe bulsa başını bile verir... halbuki temiz kişi, himmetiyle altın hazinesine bile bakmaz, terk edip gider! Hırsından, her çeşit harama kasten padişaha ulu kişiler, yoksul derler.

Kadın dedi ki: Nerede onda çeyiz olarak verecek şehir ve kaleler... yahut saçı olarak saçacak inciler, paralar pullar?

Padişah, yürü yahu dedi... kim, din gamına düşerse Tanrı, öbür dertleri artık ondan alır. Nihayet padişah üstün geldi, ona yaradılışı güzel ve bir temiz kişinin soyundan bir kız aldı. Kızın güzellikte eşi yoktu... yüzü, kuşluk güneşinden daha parlaktı! Kızın güzelliği buydu, huyu da güzelliği gibiydi... hasılı ahlakı o kadar iyiydi ki anlatmaya imkan yok!

Dini avlamaya bak ki onunla beraber güzellik, mal, mevki ve sana fayda veren baht da senin olsun! Ahiret, bil ki deve katarıdır; dünya malı devenin yükü ve tüyü. Katara sahip oldun mu yünü, tüyü de onunla beraber gelir. Fakat yünü alırsan deve senin olmaz ki... deve senin olursa yünün ne değeri kalır?

Padişah temiz ve riyasız soydan gelen o kızı nikahla oğluna aldı. Fakat kaza ve kader bu ya... o güzelim şehzadeye bir ihtiyar büyücü de aşık olmuştu. O Kabil’li kocakarı, şehzadeye öyle bir büyü yaptı ki Babil büyücüleri bile bu büyüye haset ederler.

Şehzade, o çirkin kocakarıya aşık oldu... gelinden de geçti güveylikten de! İşte böyle bir kara ifrit, böyle bir Kabil’li karı ansızın şehzadenin yolunu vuruverdi! O ferci kokmuş doksanlık kocakarı, şehzadenin ne aklını bıraktı, ne ağzını, zavallıda konuşacak iktidar bile kalmadı. Şehzade tam bir yıl o karıya esir oldu... o kokmuş karının ayakkabısının tasmasını öpüp durdu. Kocakarının sohbeti, şehzadeyi kesip biçmekte, eritip mahvetmekteydi... adeta yarı canlı bir hale gelmişti.

Başkaları onun zayıflığından derde düşerken o büyünün tesiri ile kendisinden bilen bihaberdi. Dünya padişaha zindan kesildi... şehzade ise babası ve akrabası ağlarken gülmekteydi! Padişah pek çaresiz kaldı... gece gündüz kurbanlar kestirmede, sadakalar vermekteydi! Ne çare varsa hepsine başvurdu... fakat oğlan, kocakarıya gittikçe daha fazla aşık oluyordu. Padişah, bunda mutlaka bir sır, bir hikmet olduğunu, bundan böyle ancak yalvarıp yakarmakla bir çare bulunabileceğini iyice anladı.

Secdeye kapanıp “Yarabbi, fermanın yürür... Tanrı mülkünde Tanrıdan başka kimin hükmü geçerki? Fakat bu yosul çocuk öd ağacı gibi yanıp duruyor... ey merhametli Tanrı, elini tut” demeye başladı.

Nihayet onun Yarab, Yarab demesi, feryad-ü figan etmesi makbule geçti... yoldan usta bir büyücü çıkageldi. O büyücü uzaktan o çocuğun bir ihtiyar karıya esir olduğunu duymuştu. Bu karının büyüde eşsiz örneksiz olduğunu ve bir ikincisinin bulunmadığını işitmişti.

Yiğidim, el elin üstündedir... hünerde de, kuvvette de el elin üstündedir arşa varınca! Ellerin sonu Tanrı elidir... deniz, şüphe yok ki sellerin varıp döküldüğü son yerdir. Bulutlar da suyu denizden alır... seller akıp gider nihayet ona varır.

Padişah bu oğlan elden gitti dedi. Adam dedi ki: İşte ulu bir derman olarak geldim ya! Bu büyücülerden hiç kimse o kocakarıya eşit olamaz... ancak ben, o yandan geldim, büyüde bilgim çoktur... onunla ben başa çıkarım! Musa’nın eli gibi Tanrı izniyle onun büyüsünü kökünden yıkar, mahvederim. Çünkü bana bu bilgi Tanrı tarafından verildi... hor hakir büyücülere şakirtlik ederek öğrenmedim. Onun büyüsünü bozmak şehzadenin benzinin sarılığını gidermek için geldim ben! Seher çağında mezarlığa git de orada duvarın yanında kireçle boyanmış bir ak mezar var. Orasını kıbleye doğru kaz; Tanrının kudretine, kuvvetine bak!

Bu hikaye pek uzundur, sen de usandın... bari fazlasını bırakayım da hulasasını söyleyeyim.

O sıkı düğümleri çözdü şehzadeyi mihnetten kurtardı. Çocuk kendisine gelince koşa, koşa babasının tahtına vardı, yüzlerce mihnetle, secdeye kapandı, yüzünü yerlere sürdü... koltuğunda da bir kılıç ve bir kefen vardı.

Padişah şenlikler yaptırdı şehir halkı sevindi, o ümidini kesmiş gelinde muradına erdi. Alem yeni baştan dirildi, parladı! Şaşarım doğrusu o günde bir gündü bugün de bir gün! Padişah ona öyle bir düğün yaptı ki köpeklerin önüne bile gülsuyu şerbeti kondu.

Büyücü kocakarı kederinden geberdi... çirkin yüzünü de cehennem Malikine tapşırdı çirkin huyunu da! Şehzade o kocakarı benim aklımı nasıl oldu da çeldi diye hayretlere düşmüştü!

Güzellikte aya benzeyen ve güzellerin güzellik yolunu kesip vuran gelini görünce, aklı başından gitti düşüp bayıldı... tam üç gün aklı başına gelmedi! Üç gün üç gece kendisini kaybetti. Halk onun baygınlığından meraka düştü. Gül suları ile, ilaçlarla nihayet kendisine geldi... yavaş yavaş açıldı, iyiyi, kötüyü anlamaya başladı.

Bir yıl sonra padişah söz arasında ona dedi ki: Oğlum hele o eski sevgiliyi hatırla bakalım! O seninle beraber yatanı, o yatağı bir hatırla da bu derece vefasız ve acı sözlü olma.

Şehzade bırak baba dedi... ben, neşe yurdunu buldum, gurur yurdunun aldanma diyarının kuyusundan kurtuldum. Mümin yol buldu da karanlıktan Hak nurunun bulunduğu tarafa yüz çevirdi mi öyle olur işte!

Kardeş bil ki şehzade sensin bu eski dünyada yeniden doğmuşsun! Kabil’li büyücü bu dünyadır... erleri bile rengine kokusuna esir etmiştir. Bu bulanık ırmağa düştün mü her an “Kul eüzü” leri oku kendine üfle. Bu büyüden bu ıstıraptan kurtul, sabah, Tanrısına sığın ondan yardım iste!

Dünya, halkı büyü yaparak kuyuya atmıştır da Peygamber onun için dünyaya büyücü demiştir. Kendine gel bu kokmuş kocakarının kuvvetli büyüleri vardır... sıcak nefesi padişahları bile esir eder. Gönülde onun tükürüklü üfürükler salan büyücüleri var... büyü düğümlerini düğümleyen odur! Dünya büyücüsü pek ilginç bir karıdır... onun büyü ipini çözmek herkesin ayağının harcı değil! Eğer akıllar onun bağladığı düğümleri çözseydi Tanrı peygamberleri yollar mıydı?

Kendine gel de nefesi kutlu, düğümler çözen, Tanrı dilediğini işler sırrını bilir birisini ara! Dünya seni de balık gibi oltasına takmıştır... şehzade bir yıl kaldı, sense altmış yıldır o oltadasın! Tam altmış yıldır onun oltasında mihnetler içindesin... ne bir hoşluğum var, ne bir sünnete uyarsın!

Günahkar bir bedbahtsın... ne dünyan güzel, ne vebalden, günahtan kurtulmuşsun! Dünyanın üfürüğü bu düğümleri pek sıkı düğümledi... sen artık tek yaratıcının üfürüğünü iste!

İste de “Ben Adem’e ruhumdan üfürdüm” üfürüğü, seni bundan kurtarsın ve yücel desin! Büyü üfürüğünü Tanrı üfürüğünden başka bir şey bozmaz... bu kahır üfürüğüdür, o lütuf üfürüğü!

Tanrını rahmeti kahrından arıktır, ileridir. Sen de ileri olmak istiyorsan yürü, bir ileri gitmiş er ara. Bu suretle amelleriyle, yahut, hurilerle evlendirilmiş kişilerin mertebesine eriş... ey büyülenmiş padişah işte sana kurtuluş çaresi!

Dünya kocakarısı senin yanında oldukça ve sen, onun ,işvelerine kapılıp kaldıkça ne onun ağı, tuzağı çözülür, ne büyü düğümleri. Ümmetlerin ışığı olan peygamber, bu dünya ile öbür dünyaya ortaklar demedi mi? Şu halde bununla buluşmak ondam ayrılmaktır... bu bedenin sıhhati, canın hastalığıdır. Bu geçitten ayrılmak müşküldür, o duraktan ayrılmaksa bil ki daha müşkül! Nakıştan ayrılmak bile sana güç geliyor... nakkaşından ayrılmak ne kadar güç gelir ya! Ey aşağılık dünya ayrılığına sabretmeyen dost, Tanrı ayrılığına nasıl sabredeceksin?

Bu kara sudan ayrılamıyorsun da Tanrı kaynağından ayrılmaya nasıl katlanıyorsun ya? Bu kara suyu içmedikçe pek dinlenemiyor, esenleşemiyorsun... iyi kişilerden ve onların içtikleri kaynak suyundan ayrılınca halin ne olur?

Bir nefescik Tanrı güzelliğini görsen canın da ateşlere düşer, vücudun da! Ondan sonra bu suyu cife görürsün... Tanrı yakınlığının debdebesini gördün mü, şehzade gibi sevgiline kavuşursun... ayağındaki dikeni çıkarırsın!

Kendinden geçmeye çalış da hemencecik kendini bul... doğrusunu Tanrı daha iyi bilir. Aklını başına devşir; her zaman kendinle eş olma... her an eşek gibi balçığa düşme. Bu sürçme, gözünün iyi görmeyişindendir... kör gibi inişi yokuşu göremiyorsun.

Yusuf’un gömleğinin kokusunu kendine senet yap... çünkü onun kokusu gözleri aydın eder! O gizli suretle o alındaki nur, peygamberlerin gözlerini uzakları görür bir hale getirmiştir. O yüzün nuru, insanı ateşten kurtarır... kendine gel de iğreti nura kani olma. Bu nur, insana ancak içinde bulunduğu zamanı gösterir; bedeni aklı ve ruhu uyuz eder. Görünüşü nurdur ama hakikatte ateştir. Eğer ışık istiyorsan iki elini de bu nurdan çek!

Ancak içinde bulunduğu zamanı ve hali gören göz ve can, nereye giderse gitsin anbean yüzüstü düşer. Bu çeşit insanlar içinde uzağı gören olsa bile hünersizdir... görür ama uykuda uzağı nasıl görürse öyle görür. Dere kıyısında dudakların kupkuru... yatar uyursun; su aramak içinde seraba doğru koşup gidersin! Uzaklarda serabı görür ona koşar... görüşüne aşık olur, uykuda arkadaşlarına gönlü gözü açık olan benim, perdeleri deler, her şeyi görürüm ben... işte bak, şimdi de o tarafta su gördüm... hadi, koşalım, oraya varalım diye atar tutarsın... halbuki o gördüğün seraptır senin. Her adımda bu güzelim sudan biraz daha uzaklaşırsın... koşa, koşa seni aldatan o seraba güya yaklaşır, fakat hakiki sudan uzak düşersin. Azmin, bu sana gelmiş, akmış ulaşmış olan hakiki suya tam bir perde!

Nice kişiler vardır ki ulaşmak istedikleri yerden hareket eder oraya varmak için yola düşerler. Uyuyan kişinin ne gördüğü şey işe yarar, ne söylediği laf! Gördüğü şey de söylediği söz de bir hayalden başka bir şey değildir, ondan elini çek. Uykun gelmişse yolda uyu... Tanrı hakkı için, ancak Tanrı yolunda yat. Olur ya, belki bir yolcu, rastlar da seni hayallerden, uykudan kurtarır. Uyuyan kişinin düşüncesi, kılı kırk yarsa fayda yok... o incelikle yine köy yolunu bulamaz.

Uyuyan kişinin düşüncesi, ister iki kat olsun, ister üç kat... yine hata içinde hatadır, yine hat içinde hat. Ona hiç çekinmeden dalgalar gelir vurur da o, yine upuzun çöllerde koşar durur! Su, ona şah damarından yakındır da o susuzluktan yanar yakılır!

Hani şunu gibi: Kıtlık yılında bir zabit, bütün kavim ağlayıp sızlarken gülerdi. Dediler ki: “Gülünecek yer değil... kıtlık, müminlerin kökünü kurutmada, rahmet bizden gözünü yumdu... ova, kızgın güneşin tesiri ile yandı, kavruldu! Bağlar üzümler simsiyah oldu... ne yerde bir nem var, ne yukarıda ne aşağıda.

Halk, bu kıtlıktan, bu azaptan sudan çıkmış balık gibi onar onar, yüzer yüzer ölmede... Müslümanlara acımıyor musun? Müminler kardeştir... yağları da birdir etleri de... hepsi bir vücuttur. Bedende bir uzuv ağrıyıp incinse bütün beden ağrır, incinir... ister sulh çağında olsun, ister savaş; bu, budur.”

Zahit dedi ki: Bu, sizin gözünüze kıtlık görünüyor... fakat bence yeryüzü cennet gibi, ben böyle görüyorum. Ben her ovada, her yerde ta bele kadar boyu atmış gürbüz başaklar görmekteyim. Başaklar seher yeli ile dalgalanmada... ova pırasayla dopdolu! Acaba doğru mu diye sınıyor, elimi uzatıyor, onları yokluyor, tutuyorum... artık ben, nasıl elimi keser gözümü çıkartırım?

A aşağılık kavim, siz, ten Firavununun dostusunuz... onun için Nil size kan görünmede. Hemencecik akıl Musa’sına dost olasınız kan görmez, ırmak suyunu görürsünüz. Babanla aranda bir şey geçti mi babanı köpek gibi görürsün, gözüne böyle görünür! Baban köpek değildir senin; o cefanın tesiri ile öyledir; öyle bir merhametli adam bile sana köpek görünür!

Kardeşleri Yusuf’a haset ediyorlar kızıyorlardı... bu yüzden onu kurt şeklinde gördüler. Fakat babanla barıştın da kızgınlığın gitti mi köpek ortadan kalkar, baban, sana ateşli bir dost olur.

Bütün alem, aklıküllün suretidir... bütün insanların babası odur. Birisi aklıkülle karşı küfranını artırırsa bütün alem ona köpek görünür. Bu babayla uzlaş, asiliği bırak da su ve toprak, sana altın döşeme görünsün.

Bununla uzlaşırsan içinde bulunduğun hal ve zaman, adeta kıyamet kesilir... gözünün önünde gök de değişir yer de! Ben daima bu babayla uzlaşmış haldeyim... onun için şu alem, bana cennet görünmede!

Her zaman yeni bir suret, her an yeni bir güzellik görmedeyim... yeni görmekle de elem ve usanç kalmaz, insan daima yeniden yeniye neşelenir durur. Ben cihanı nimetlerle dopdolu görüyorum... sular kaynaklardan coşup akmada...

Bu suların sesleri kulağıma geldikçe aklımı gönlümü sarhoş etmede! Dallar tövbekar dervişler gibi oynuyor... yapraklar, çalgıcılar ve şarkı okuyanlar gibi el çırpıyor. Ayna, keçeden yapılma kılıf içindeki şimşek gibi parlayıp durmada... artık ayna görünürse nasıl olur? Ben, bunun binde birini bile söyleyemiyorum; çünkü her kulak, şüphelerle dolu! Vehme göre bu söz müjdedir... fakat akıl der ki: Müjde ne demek bu benim halimdir zaten.

Hani Üzeyr’in çocukları gibi... yolda babalarının ahvalini soruşturmaktaydılar. Onlar ihtiyarlamışlardı, babaları ise gençti... derken babaları ansızın önlerine çıkıverdi. Ona “Ey yolcu bizim azizimizden bir haberin var mı acaba? Birisi bize onun bugün geleceğini, bizi ümitsizliğe düşürdükten sonra bugün erişeceğini söyledi” dediler.

Uzeyr dedi ki: Evet benden sonra gelecek... çocuklardan biri bu müjdeyi işitince sevindi. Ey muştucu şad ol diye bağırdı. Bir tanesi Uzeyr’i tanıdı; a sersem, müjdenin yeri mi ki? Şeker madeninin tam içine düştün deyip kendisinden geçti, yere yığıldı.

Bu, vehme müjdedir ama akla göre vuslatın ta kendisi... çünkü vehim gözü perdelidir, hakikati göremez. Kafirlere derttir, müminlere muştucu... fakat işin iç yüzünü gören göz göre vuslatın ta kendisi. Çünkü aşık, anı daimde daima sarhoştur... hasılı küfürden de yücedir o, imandan da! Küfür, içteki kuru kabuktur, iman içteki lezzetli kabuk! Küfür de, iman da... ikisi de onun kapıcısıdır... çünkü o içtir küfürle din, ikisi de kabuktur.

Kuru kabukların yeri ateştir... içe yapışık kabuksa hoştur lezzetlidir. İçe gelince: Zaten o, hoşluk mertebesinden de yüksektir... lezzetlet veren odur. Bu sözün sonu yoktur; geri dön de Musa’m denizin dibinde toz koparsın! Bu sözler alelade halkın aklına göre söylendi... geri kalanı ise gizlenmiştir!

A töhmetli kişi, senin akıl altının paramparça... böyle bir altına nasıl mühür ve damga vurayım? Aklın yüzlerce mühim işe dağılmış... binlerce isteğe mala mülke bölünmüş! Bu cüzleri aşkla bir araya toplamak gerek ki Semerkant ve Dımışk gibi hoş bir hale gelsin! Onları en küçük parçasına kadar toplar şüpheden arınırsan sana padişah sikkesi basılabilir.

A ham kişi, ağırlıkta bir miskalı geçersen padişah senden bir altın kadeh düzer. O kadehte padişahın hem adı, hem lakapları, hem de resmi olur ey vuslat dileyen. Nihayet sevgilin sana hem ekmek olur, hem su... hem ışık kesilir, hem güzel, hem meze olur, hem şarap!

Kendini derle topla da ne varsa sana söyleyebileyim. Çünkü söz söylemek, tasdik edilmek içindir... Tanrıya şirk koşan can, doğruya inanmaz. Feleğin abes şeylerine bölünmüş olan can, altmış sevda ortasında müşterek bir hale gelmiştir.

Artık, böyle kişiye bir şey söylenemez, ona karşı susmak daha iyidir... çünkü ahmaklara verilecek cevap sükuttur. Bunu bilirim ben... bilirim ama ten sarhoşluğu ağzımı, ben istemediğim halde açar. Aksırık ve esnemekle de bu ağzın, istemediğin halde açılır ya, işte öyle!

Peygamber gibi hani... “Söylemeden hakikatleri saçmadan dolayı her gün yetmiş kere tövbe ederim. Fakat o sarhoşluk tövbemi bozar... bu elbiseler soyan beden sarhoşluğu, tövbeni unutturur” dedi. Çok eski zamanın ahvalini izhar etmek için Tanrının hikmeti, sır bilen kişiye bir unutkanlık verir.

Gizli sırlar, “Yazılan yazıldı kalem de kurudu” kaynağından coşan bir ırmak kesilir, bunca davullarla, bayraklarla ortaya çıkar! Ey insanlar, sonsuz rahmet her an akmaktadır fakat siz uykudasınız, anlamıyorsunuz! Uyuyan kişinin elbisesi, ırmak suyunu içer de uyuyan, uykuda serap arar!

Orada belki su vardır ümidi ile koşar durur... ve bu düşünceyle suya varacak yolu kendi kendine kaybeder gider! Çünkü orada der, buradan uzaklaşır... bu hayale kapılır, hakikatten ayrılır! Bunlar güya uzağı görürüler, fakat ruhları uykudadır... ey yolcular acıyın bunlara! Ben insana uyku getiren bir susuzluk görmedim... ancak akılsız kişinin susuzluğu uyku getirir!

Akıl zaten ona derler ki Tanrı yaylasında yayılmış, Tanrı nimetlerini yemiş olsun... Utaritten gelen akla akıl demezler!

Bu aklın ileri görüşü,mezara kadardır... fakat gönül sahibinin aklı sur üfürülünceye dek olacak şeyleri görür. Bu akıl, mezardan, topraktan ileriye geçemez... bu ayak, şaşılacak şeylerin bulunduğu sahaya gidemez. Bu ayaktan, bu akıldan bez, yürü... kendine gaybı görür bir göz ara da berhudar ol.

Üstada bağlanan kitap şakirdi olan kişi, Musa gibi yeninden, yakasından parlayacak nuru nereden bulacak? Bu bakış, bu akıl, adama ancak baş dönmesi verir... bırak görüşü artık da bekle bakalım! Söz söylemeden yücelik aramayın... bekleyen kişiye dinlemek söylemekten yeğdir.

Belletme mevkii de bir nevi şehvettir ve her çeşit şehvet, yolda puttur. Her fuzuli kişi, Tanrının fazlına, ihsanına erişebilseydi Tanrı, bunca peygamber yollar mıydı? Cüz-i akıl, şimşek ve aydınlık gibidir... şimşeğin verdiği aydınlıkla vahye erişebilir misin hiç? Şimşeğin ışığı yol göstermeye yaramaz... o ağla diye buluta bir emirdir! Bizim akıl şimşeğimizde ağlamak içindir... yokluğun, varlık iştiyaki ile ağlamasına yarar.

Çocuğun aklı, yazı yazanların etrafında dön dolaş der ama insan, kendi kendine bir şey belleyemez. Hastanın aklı hastayı doktora çeker, götürür ama kendisi, derdine derman olamaz!

İşte bak... şeytanlar gökyüzüne çıkmak ister, kulaklarını yukarı alemdeki surlara dikerler. O sırlardan az bir miktarını çalarken hemen gökten şahaplar gelir, onları sürer. Gidin de onlara; gidin... yeryüzüne peygamber gelmiştir; ne istiyorsanız ondan isteyin, ondan elde edin. Değer biçilmez inciler istiyorsanız “Evlere kapılarından girin!” kapı halkasını dövün, kapıda durun... gökyüzü damından sizlere yol yok!

İhtiyacınızı bu uzun yoldan gideremezsiniz... biz, sırların sırlarını topraktan yaratılan kulumuza verdik. Hain değilseniz onun huzuruna gelin... boş kamışsanız bile onun himmetiyle şeker kamışı olun! O kılavuz, senin toprağından yeşillikler bitirir... bu, Cebrail’in atının nalından uzak bir iş değil! Bir Cebrail’in atının ayağına toprak olursan yeşillik kesilir, yenilenir tazelenirsin!

Samiri, buzağı hamuruna canlar bağışlayan yeşilliği koydu da o yeşillik, altından yapılan o buzağıda bir inci haline geldi, buzağı adeta canlandı! Canlandı da içindeki o yeşillik öyle bir ses verdi ki düşmanlara bir sınama oldu!

Sır ehline emin olarak gelirseniz doğan gibi başınıza geçirilen külahtan kurtulursunuz. Doğanı miskin ve çaresiz bir hale getiren ve gözünü, kulağını örten üsküf, doğanın bütün meyli, kendi cinsine olduğundan gözünü bağlamak, kendi cinsini göstermemek içindir.

Fakat doğan, kendi cinsinden vazgeçti de padişaha dost oldu mu doğancı, onun gözünü açar, başından üsküfünü çıkarır. Tanrı da şeytanları, gözetleme yerinden...aklı cüz-iyi kendi müstakil reyinden, pek başbuğluk davasında bulunma... sen, reyinde müstakil değilsin, ancak gönlün şakirdisin ve istidadın var diye sürer!

Der ki: Yürü gönle git... çünkü sen gönlün cüzüsün; kendine gel, sen adil padişahın kulusun! Ona kulluk etmek, sultanlıktan iyidir... çünkü “Ben ondan hayırlıyım” sözü, şeytan sözüdür. Be aşağılık, Adem’in kulluğu ile İblis’in kibrine bak da aradaki farkı gör. Adem’in kulluğunu seç. Yol güneşi olan peygamber bile “Nefsini aşağılayan kişiye ne mutlu” dedi.

Tuba gölgesini gör de güzelce uyu... o gölgeye baş koy da serkeşlik etmeden uykuya dal! Nefsi aşağılama gölgesi, güzel bir yatılacak yerdir... o arılığa istidadı olana hoş bir uyku verir. Bu gölgeyi bırakır da benlik tarafına gidersen çabucak asi olur, azar, yolunu kaybeder gidersin!

Şu halde yürü, şeyhin, üstadın emrinin gölgesi altına git; sus emre uy! Böyle yapmadın mı istidat ve kabiliyet sahibi bile olsan kamillik davasına kalkıştığından değişir, çarpılır, istidat ve kabiliyetini kaybedersin! Sır bilen ve haberdar olan üstada serkeşlik edersen istidattan da olursun! Şimdilik ayakkabı dikiciliğine razı ol, sabret... yoksa sabretmezsen yamacı, eskici olur kalırsın!

Eskicilerde sabır ve hilm olsaydı hepsi de öğrenir, yeni ayakkabı diker, ayakkabıcı olurlardı. Çok çalışır, çok didinirsen nihayet usanır da sen kendin, akıl bir bağmış meğerse dersin! Felsefeye kapılan adam gibi hani... o da ölüm gününde aklı, kolsuz kanatsız gördü de, kararsızca itiraf etti o zaman... dedi ki: Zeka ile atımızı saçma ve asılsız yerlere sürdük! Gururlandık aldandık da erlerden baş çektik... hayal denizinde yüzdük durduk.

Halbuki ruh dininizde yüzgeçlik hiçmiş... burada Nuh’un gemisine girmekten başka bir çare yokmuş. O peygamberler padişahı da böyle buyurdu: Bu kül denizinde, bu okyanusta gemi benim! Yahut da benim can gözüme varis olan, doğrulukta benim yerime geçen halifemdir.

Yiğit, gemiden yüz döndürmemem gerek... işte biz, denizdeki Nuh gemisiyiz! Kenan gibi her dağa gitme... Kuran’dan “Bu gün kurtuluş yoktur “ayetini duy! Gözün bağlı da bu gemi, onun için sana aşağı, düşünce dağın da pek yüksek görünmede!

Aman ha aman bu alçacık gemiye hor bakma... Tanrının buna gelip duran ihsanına bak. Düşünce dağının yüceliğine de pek bakma... çünkü onu bir dalga altüst ediverir! Eğer Kenan’san, sana bunun gibi iki yüz nasihat versem yine bana inanmazsın! Bu sözü Kenan’ın kulağı nereden kabul edecek? Onu Tanrı mühürlemiş gitmiş.

Tanrının mühürlediği kulağa öğüt mü girer? Sonradan olan şey, ezeli hükmü nasıl değiştirir? Fakat Kenan değilsin ümidi ile yine sana bir hoş söz söyleyeyim:

Nihayet bunu ikrar edeceksin, bari kendine gel de ilk güne bak, son günü gör! Son günü görebilirsin sen... yalnız sonu gören gözünü yıpratma, kör etme. Kim kutlucasına işin sonunu görürse hiçbir an yolda sürçmez. Her an bu düşüp kalkmayı istemiyorsan bir erin ayak bastığı toprağı gözüne çek. Onun ayağının bastığı toprağı gözüne sürme yap da bu külhaniliği başından at! Çünkü bu şakirtlikte, bu yokluğa düşmeyle iğne bile olsan Zülfikar kesilirsin. Her seçilmiş erin ayak bastığı toprağı gözüne sürme gibi çek; o toprak, gözünü hem yakar, hem aydınlatır. Deve gözü ışılansın diye diken yer de onun için gözü nurlar saçar!

Tanrıdan ehemmiyetli bir vahiyle Musa’ya şöyle bir vahiy geldi: Eğriliği bırak, doğru ol şimdi! Bu beden ağacı Musa’nın asasıdır... Tanrı emri geldi: Onu elinden at. At da hayrını şerrini gör... sonra da tekrar onu Tanrı emri ile eline al. Atmadan önce o bir sopadan başka bir şey değildi... fakat Tanrı emri ile eline alınca iyileşti, güzelleşti.

Evvelce o kuzulara ağaçtan yaprak silkerdi... fakat o mağrur kavme mucize oldu! Firavuna uyanların başına hakim kesildi... sularını kan yaptı, elleri ile başlarını dövmelerine sebep oldu. Tarlalarına çekirgeler üşüştü ne varsa yediler, süpürdüler... ekinleri kıtlık ve ölüm mahsulü verdi!

Musa nihayet işin sonuna bakınca kendinden geçti de duaya başladı. Dedi ki: Yarabbi, bütün bu mucizeler, bu çalışmalar neden? Çünkü bu topluluk doğru yola gelmeyecek ki!

Tanrıdan emir geldi: Nuh’a uy... malum olan akıbeti görmeyi bırak! Onu bilmezlikten gel; çünkü sen yola davetçisin... “Tanrı emrini tebliğ et” diye emredilmiştir... bu, boş değil ya!

Senin bu ısrarla onları doğru yola çağırışının en ehemmiyetsiz hikmeti şudur: Onların inadı ısrarı meydana çıkar da, Tanrının yol göstermesi ve sapıklığa sevk etmesi, bütün fırkalarca bilinir. Varlıktan maksat, tanrı kemalini izhar etmektir... şu halde halkı, öğütle azdırmakla sınamak gerek!

Şeytan onları azgınlık yoluna götürmede ısrar eder, şeyh doğru yola götürmede ısrar eder. O dertli işler, birbiri ardına olup durdukça Nil, tamamı ile kan kesilmekteydi. Nihayet Firavun bizzat Musa’nın yanına gelip iki büklüm olarak yalvarmaya başladı.

Padişahım biz ettik sen etme... söz söylemeye de yüzümüz yok bizim. Uğruna öleyim parça, parça olayım... niyazımı kabul et. Ben yüceliğe alışmışım beni hırpalama. Lütfet ey emniyet sahibi, rahmetle dudağını kımıldat da bu ateşli ağız kapansın.

Musa dedi ki: Tanrım Firavun beni aldatıyor... sana aldananı aldatmak istiyor. Dinleyeyim mi yoksa ben de ona hile mi yapayım da o hilenin ferine yapışan hilenin aslını anlasın mı? Çünkü her hilenin, her düzenin aslı bizdedir... yerde olan her şeyin aslı göktedir.

Tanrı dedi ki: o köpek buna değmez! Köpeğe uzaktan bir kemik atıver! Hadi, o sopayı kımıldat da topraklar, çekirgelerin mahvettiklerini yeniden bitirsin! O çekirgeler derhal yansın, kavrulsun, kapkara kesilsin de halk, Tanrının her şeyi nasıl değiştirdiğini görsün.

Bir işi yapmak için sebebe ihtiyacım yoktur, o sebep, hakikati örtmek gizlemek içindir. Bu suretle tabiata inanan, ilaca sarılır... müneccim yıldıza yüz tutar.

Münafık hırsından, malım kesata uğrar diye korkup sabah karanlığı pazara gelir! Rızk peşine düşen, lokma arayan kulluk etmemiş, yüzünü yıkamamış kişi de cehenneme lokma olur gider. Yayılıp otlayan kuzu gibi halkın canı da hem yer, hem de yenir.

Kuzu yayılıp otladıkça kasap, o bizim için istek yaprağını yemekte, bizim için semirmekte diye sevinir. Yemede içmede cehennem gibi oburluk eder, cehennem için semirir durursun! Kendi işine koyul, bir gün olsun hikmet yaylasında yayıl, otla da saltanatlı gönül semirsin. Bedenin yiyip içmesi, bu yemeye manidir... cani tacire benzer, beden de yol kesiciye. Yol kesen hırsız, odun gibi yanıp yakıldı mı tacirin mumu yanar, parlar!

Çünkü sen akıldan ibaretsin; başka neyin varsa ancak aklı örter, gizler... kendini kaybetme de saçma sapan şeylerle de uğraşma! Bil ki her şehvet şarap ve afyon gibi akla perdedir... akıllılar bunlarla hayretlere düşerler! Fakat aklı gideren, insanı sarhoş eden yalnız şarap değildir ki... şehvete ait ne varsa hepsi gözü kulağı bağlar, örter!

Şeytan, şarap içmekten ne kadar uzaktı... sarhoştu ama ululukla, inat ve isyanla sarhoş olmuştu. Sarhoş, olmayan şeyi gören kimsedir... mesela bakırı, demiri altın görür.

Bu sözün sonu gelmez... Ey Musa, hemen sen dudağını depret de tarlalardan ekinler bitsin!

Musa emre uydu; derhal yeryüzü yeşerdi, sümbüllerle, iri taneli başaklarla doldu! Kıptiler derhal kıtlık görmüş, sığır açlığa uğramış, ölüm haline gelmiş adamlar gibi onları yemeye koyuldular.

Müminler, insanlar, hayvanlar, Tanrının ihsanı ile birkaç gün yediler doydular. Karınları doyunca nimeti inkara başladılar... o zaruret gidince yine azdılar, isyan ettiler. Nefis Firavundur sakın ha doyurma... doyurma da eski küfrü aklına gelmesin! Ateşin hararetine düşmedikçe nefis güzelleşmez... demir, kor haline gelmedikçe sakın dövmeye kalkışma!

Beden, aç olmadıkça harekete gelmez... tok bedeni ıslah etmeye kalkışmak, bil ki soğuk demiri dövmektir adeta! Zari, zari ağlayıp inlese de aklını başına al Müslüman olmak istemez bu nefis! O Firavuna benzer... Kıtlıkta Firavun gibi Musa’nın huzurunda secde eder, yalvarır. Fakat işi bitti mi azar... hani eşek, yükünü atınca çifte atmaya başlar ya, tıpkı onun gibi!

İş ileri gitti, muradı oldu mu ağlayıp inlemeleri hep unutur gider! Hani bir adamla yıllarca bir şehirde kalır da bir an gözünü kapadı, uyudu da rüya görmeye başladı mı, kendisini iyi ve kötü şeylerle dolu bir şekilde bulur... kendi şehrini hatırlamaz bile.

Ben oradaydım... bu yeni şehir benim şehrim değil, ben buraya mal olamam, nasılsa şöyle bir gelivermişim demez bile! Böyle demesi şöyle dursun, kendini orada dünyaya gelmiş, oraya alışmış sanır! Ne şaşılacak şeydir ki ruh da oturduğu, doğup yetiştiği yerleri yurtları, hatırına bile getirmez; bulutun yıldızı örttüğü gibi şu yıkık dünyanın gözlerini bağladığını düşünmez! Hele ruh, bunca, şehirler çiğnemiş, bunca şehirler gezmiştir... anlayış yüzünden o şehirlerin tozları daha silkilmemiştir bile!

İnsan, görüp geçirdiği şeyleri görüp bilmesi için sıkı bir azimle işe girişip de gönlünü arıtmıştır ki; insanın gönlü saf olmalı da sırları mazhar olarak baş çıkarmalı... gözün açılmalı da önü, sonu görmeli!

Önce cansızlar ülkesine gelmiş, cansızlıktan nebatat alemine düşmüştür. Yıllarca nebat olmuş, bu alemde ömür sürmüştür de nebat, cansız şeylerin zıddı olduğu halde bir zamanlar cansızlar ülkesinde bulunduğunu hatırına bile getirmemiştir.

Nebatlıktan hayvanlığa düşünce de nebat olduğu zamanki halini hiç hatırlamaz. Yalnız yeşilliğe karşı bir meyli vardır... hele bahar geldi, çiçekler açıldı mı! Hani çocukların da analarına meyilleri vardır... fakat çocuk, anasına ana sütüne neden meylediyor; bu sırrı bilmez! Hani, her yeni derviş de genç pire, o yüce bahta şiddetle meyleder ya! Çünkü bu aklın cüz-ü, o aklın külündendir... bu gölgenin hareketi, o gül dalının hareketindendir. Nihayet gölgesi onda yok olur da bu meylin, bu araştırmanın sırrını bilir, anlar!

A iyi bahtlı kişi, bu ağaç oynamadıkça o dalın gölgesi nasıl oynar ki? Bildiği yaratıcı tekrar onu hayvanlıktan insanlığa çekip çevirir... böylece iklimden iklime giden nihayet insan aleminde akıllı, bilgili ve yüce bir hal alır. Fakat önceki akılları hatırlamadığı gibi bu akıldan da geçip değişeceğini aklına bile getirmez.

Nihayet bu hırsla, istekle dolu akıldan da kurtuldu mu yüz binlerce şaşılacak akıllar görür! Gerçi uyumuştur, önceki ahvali unutmuştur... fakat hiç onu bu unutkanlık aleminde bırakırlar mı ki? Yine o uykudan uyandırırlar; uyanınca kendi haline gülmeye başlar... uykuda uğradığım o gam, e keder neydi... nasıl oldu da doğru düzen halleri unuttum...

Nasıl oldu da o derdin, o illetin rüyadan aldatıştan, hayalden ibaret olduğunu bilmedim der! Dünya da buna benzer... adeta uyuyan kişinin gördüğü hayallerdir. Uyuyan sanır ki bu hayaller, hakikattir ve sürüp gidecek! Fakat ansızın ecel sabahı geldi mi zan ve hile karanlığından kurtulur. Yerini yurdunu görünce gamlanıp tasalandığına gülmeye başlar. Uykuda gördüğün iyi ve kötü şeyler, mahşer gününde birer, birer zuhur eder.

Bu alem uykusunda neler yaptıysan uyanınca hepsini apaçık görürüsün de, anlarsın da rüya da bu kötü işleri yaptın ama onlar geçip gitmedi; hepsinin bir tabiri var!

Ey esire sitem ve cefalarda da bulunan, bu gülüş, düş yorma günün de ağlayıp feryat etmelidir. Rüyadaki derdin, elemin, zari zari ağlayışın bil ki uyanınca neşeleneceğine delalet eder.

Ey Yusuf’ların derisini yırtan, bu derin uykudan uyanınca kurt olarak haşredilirsin! Huyların birer birer kurt olur da kızgınlıkla uzuvlarını paralar senin. Kısastan sonra ölürsün ama ölümünden sonra da o kan uyumaz... öldüm kurtuldum artık deme ha!

Bu şimdiki kısas, alemin nizamı için düzendir... oradaki kısasa nispetle bir oyundan ibarettir. Onun için Tanrı dünyaya oyun dedi... çünkü bu ceza, o cezaya karşı bir oyundur. Bu ceza, savaşı ve fitneyi yatıştırmak içindir... o, adamı hadım etmektir; bu, sünnet etmek!

Ey Musa, bu söze son yoktur... kendine gel de o eşekleri bırak, otlasınlar. Otlasınlar da o güzelim otlardan semirsinler... çünkü aklını başına al; bizim kızgın kurtlarımız var! Kurtlarımızın feryatlarını biliriz... bu eşekleri onlara verir, onlara yediririz. Dudaklarından çıkan o güzel nefesin kimyası, bu eşekleri adam etmek istedi... sen lütfettin ihsanlarda bulundun da onları bir hayli çağırdın... fakat o eşeklerin talihleri yok, kısmetleri değil! Artık nimet yorganını onların üstüne ört de hemen gaflet uykusuna dalsınlar. Dalsınlar da bu gaflet uykusundan sıçrayıp uyanınca bakıp görsünler ki mum sönmüş, saki gitmiş!

Onların azgınlıkları seni şaşırttı ama onlar, ahirette de hasret şarabını içecekler... bu suretle adaletimiz, dışarıya ayak basar, kendini gösteriri de kıyamette her kötü işe, tam layık olan bir ceza verir. Apaçık görmedikleri padişah, daima gizli olarak onlarla beraberdir. Hani akıl gibi... sen onu göremezsin ama o da seninle beraberdir.

Sen onu göremezsin ama o, seni sınamadadır, duruşunu, hareketini görür durur! Ne şaşılacak şeydir bu, böyleyken sen, aklı yaratanın seninle oluşunu caiz görmezsin! İnsan akıldan gaflet eder, kötü işlerde bulunur; sonra aklı, insanı kınamaya başlar! Sen akıldan gafilsin ama o kınama, aklın varlığından değil midir ya?

Eğer aklın olmasaydı, senden gaflet etseydi nasıl olur seni kınar, bu kınamayla sana sille vururdu? Fakat senin nefsin, ondan gafil olmasaydı bu delilikte bulunur, bu pis işlere girişir miydin? Şu halde aklın, bir usturlaba benzer... varlık güneşinin yakınlığını onunla bilirsin! Aklının sana yakınlığı keyfiyete sığmaz... ne sağdadır, ne solda... ne arttadır, ne önde! Aklın bile sana yakınlığı, aklın bile sendeki varlığı keyfiyetsiz, anlatılmaz bir haldeyken ve o yolda akıldan bahis bile edilemezken o padişahın, Tanrının sana yakınlığı neden keyfiyetsiz olmasın?

Parmağındaki hareket, ne parmağının önündedir, ne ardında... ne sağındadır, ne solunda! Uyku ve ölüm halinde o hareket parmağından gider... uyanıkken gelir. O hareket olmadıkça parmağından bir fayda hasıl olmaz... peki ne yolla geliyor o hareket? Gözünün nuru, gözbebeğindeki ışık, altı cihetten de gelmiyor... fakat ne yolla geliyor? Taraf ve cihet halk alemindedir... emir ve sıfat alemini cihetsiz bil.

Güzelim bil ki emir aleminde cihet yoktur... artık emir sahibi olan Tanrı, elbette büsbütün cihetten münezzehtir. Aklın bile ciheti yok... elbette beyanı iyice bilen Tanrı akıldan üstün akıldır, candan üstün can!

Hiçbir mahluk yoktur ki onunla alakası olmasın... fakat babacığım, bu alaka, anlatılamaz, keyfiyetsizdir. Çünkü ruhta ne ulaşma vardır, ne ayrılma, fakat zan, ayrılık ve birlikten gayrı bir şey düşünemez! Bu buluşma, birleşme ve ayrılmadan gayrı bir delilin izini bul... fakat iz izlemek, susuzu kandırmaz ki!

Aslıdan uzaksan birteviye iz izle dur da erlik damarın seni vuslata eriştirsin! Akıl, bu alakaya nasıl yol bulsun, bu alakayı nasıl anlasın... bu akıl, ayrılık ve buluşma alakalarına bağlıdır. Mustafa, bunu için bize “Tanrının zatından pek bahsetmeyin” diye vasiyette bulundu.

Zaten Tanrının zatını düşünmek, hakikatte zatını düşünmek değildir ki! Çünkü düşünenin zannı ve düşüncesi, ancak yolla taallük eder... o zan ve düşünceyle Tanrı arasındaysa yüz binlerce perde vardır!

Herkes, bir perdeyle kapanmış, ulaştım sanmıştır ama Tanrı sandığı, ancak kendi vehmidir. İşte peygamber, bu yüzden o vehim sahibinin yanlışa düşüp de malihulyalara kapılmaması için vehmini gidermiştir.

Çünkü onun vehminde ebedi terk ediş vardır. Edepsizi de Tanrı baş aşağı eder. Baş aşağı oluş da şudur: İnsan aşağılara gider durur da kendisini üstün sanır. Zaten sarhoşun yapacağı şey budur: O, göğü yerden fark etmez.

Tanrının şaşılacak eserlerini düşünün... ululuğunu, büyüklüğünü görün de kendinizi kaybedin! İnsan onun sanatına dalar da sakalını, bıyığını kaybederse haddini bilir, sanat sahibini düşünmeden vazgeçer, sesini bile çıkarmaz!

Candan yürekten “Ben seni övmem” sözünden başka bir şey söyleyemez...çünkü o bahis, zaten sayıdan, hadden dışarıdır!
 
Mesnevi'den Hikayeler  alıntı